15 Ağustos 2014 Cuma

İlkel Komünal Toplum

1. İNSANIN KÖKENİ 
Zubritski, Mitropolski, Kerov
İlkel, Köleci ve Feodal Toplum

İNSAN İLE HAYVANLAR ARASINDA BİYOLOJİK AKRABALIK
19. yüzyılda yapılan kazılar sırasında, bilginler, toprağın çok derin katlarında, dıryopitek ya da "ağaçlarda yaşayan maymunlar" adını verdikleri, çok gelişmiş maymunlarınkalıntılarını buldular. Bu bulgulardan ve hayvanlar âleminin uzun yüzyıllar süren evriminin tahlilinden sonra, büyük İngiliz doğa bilgini Charles Darwin ve onun yolunda yürüyen bilginler, hayvanlarla insanlar arasında biyolojik bir akrabalık olduğunu ve insanın, bugün soyu tükenmiş olan çok gelişmiş bir maymun türünden geldiğini tanıtladılar. Bu sonuç, insanın ve çağcıl insansı (anthropoïdes) maymunların kemik çatısı, gelişmiş beyin ve kan grubu gibi anatomik, embriyolojik ve paleontolojik alandaki pek [sayfa 11] çok verilere dayanıyordu. Bilimin sonraki gelişmeleri, bu materyalist teoriyi parlak bir biçimde doğruladı.

İNSANIN ATALARI: ÜST İNSANSI MAYMUNLAR
Otuz milyon yıl kadar önce, parapitek denen çok gelişmiş maymunlar, tropikal bölgelerdeki ormanlarda yaşıyorlardı. Bu maymunlar, bir yandan bugünkü şebek maymunların (gibbons) ve orangutanların dedeleri, öte yandan da bir maymun taşılı türünün, dıryopiteklerin, ataları oldular.
Dıryopitekler ise, insanlar ile goril ve şempanze gibi çağdaş insansı maymunların ortak ataları oldular. Daha sonra, evrim düzeyleri bakımından, dıryopitek ile insan arasındaki bir geçiş evresinde yer alan bir kısım insansı maymunlara ait taşıl kalıntıları bulundu. Bu bulgular, yeryuvarlağının hemen hemen her yanında saptanmıştır: Avrupa'da, Asya'da (Hindistan'da, özellikle Gürcistan'da), Güney Afrika'da.
Bu maymunlardan kalan kemiklerin incelenmesi ve yaşadıkları doğal ortamın tahlili, çağcıl insanın atalarının büyük evrim aşamalarını ortaya koyma olanağını sağlamıştır. Dört-elli büyük antropoidlerin, ağaçlara tırmanmaları, sık sık dikey bir duruşa geçmeleri için uygun bir durum yaratıyordu; böylece, onların kolları ve elleri, tutunucu hareketlere gittikçe daha iyi uyarlanarak, yavaş yavaş değişikliğe uğradı. Daha sonra, ormanların seyrek oldukları bölgelerde, insansı maymun sürüleri, ağaçlardan inmek ve yerde yaşamaya alışmak zorunda kaldılar. Alt üyeleri üzerinde ayakta durabilme alışkanlıkları, onlara, düşey bir yürüyüş durumunu benimsemek ve, üst üyelerini, avlarını yakalamak, yiyecek toplamak ve vurmak vb. için gerekli hareketlere ayırma olanağını sağladı.
İşte, kalıntıları Güney Afrika'da bulunan taşıllaşmış maymunlar, bu dönemde yaşıyorlardı. Genel olarak, çalılık ve ağaçlı bozkırda bulunuyorlardı. Onların kemik yapıları, [sayfa 12] özellikle alt üyeleri üzerine bastıklarım, yani dikey, iki ayak üzerinde yürüdüklerini gösteriyor. Onların üst üyelerinin (ellerin) büyük özelliği, zamanımızdaki insansı maymunların çoğununkinden hissedilir bir şekilde büyük olan ve öteki parmaklarla önemli bir açıklık oluşturan başparmakta kendini gösterir. Bu, onların, çağdaş maymunların yapamadıkları tutunma hareketlerini yapabildiklerini tanıtlar. Diğer önemli biyolojik özellik, bedenin dik duruşuna uyarlanmış olan kafatasının çok karakteristik yapısıdır. Sonradan, bu olgu, kafatası boşluğunun ve beynin daha çabuk gelişmesini kolaylaştırmıştır.
Bugün, insanın atalarının, Afrika, Güney Avrupa, Güney Asya ve Güney-Doğu Asya'ya uzanan "verimli yarımay" içinde yaşamış oldukları anlaşılan bu taşıllaşmış maymunsulardan gelen kuşaklar olduğu kabul edilir. Bu bölgelerde yalnız insansıların kalıntıları değil, çok eski insanların da (pithecanthropus, sinanthropus, vb.) kemik kalıntıları bulunmaktadır. Özellikle bugünkü Transkafkasya bölgesi de, bu alanın içine giriyordu. Avustralya'nın "verimli yarımay"ın dışında kalmış olması gerekir, çünkü Avustralya, yüksek memelilerin ortaya çıkışından önce, büyük karaların geri kalan kısmından ayrılmış bulunuyordu. Kuzey Asya ve Avrupa'da insansıların ve insanların taşıllaşmış kemik kalıntılarının bulunmayışı, bu bölgenin de, insanlığın ilk yurduna dahil olmadığını tanıtlamaktadır.
Demek ki, hayvanlar âleminin ilerleyen evrimi sonucu, uzun ve aşamalı bir gelişme yolunda, yeryüzündeki yaşamın bütün tarihinin en önemli olayı olan insanın en yakın atalarının ortaya çıkışı, 1.500.000 yıl öncesine, yani Üçüncü Zamanın sonuna kadar varır. Biyolojik bakımdan insan, hayvanlar âlemini düzenleyen ve yöneten doğal ve nesnel yasalara uygun olarak oluştu. [sayfa 13]


2. İNSANIN OLUŞUMUNDA EMEĞİN ROLÜ 

İNSANIN İLK ATALARININ ÇALIŞMA EYLEMLERİ
İnsanın kökeni sorununu tam inceleyebilmek için, yalnızca biyolojik evrim sınırları içinde kalınmamalıdır. Bu biyolojik evrim, tek başına, hayvan-atadan, en eski biçimiyle olsa bile, ön-insansıya geçişi belirleyen olgunun, nasıl bir olgu olduğunu açıklamaya yeterli değildir. Hayvanlar âleminin, insanın ortaya çıkışına kadarki evrimini damgalayan nitelik değişikliklerinin bulunuşunu Friedrich Engels'e borçluyuz; Engels, insanı hayvanlar âleminden ayıran şeyin, inşanın kendi eliyle yaptığı iş aletlerinin yardımıyla gösterdiği toplumsal çalışma faaliyeti olduğunu saptamıştır.
Evriminin bütünü içinde kesin bir rol oynamış olan insanın bu özelliği, birdenbire ortaya çıkmış değildir. Ayaküstü duruşun sağladığı elverişlilik ve bunun belirlediği üst üyelerdeki gelişme sayesinde, ön-insansılar, kendilerini büyük yırtıcı hayvanlara karşı savunmak, avlanmak, yenebilir bitkileri toplamak için her çeşit nesneyi -taş, kemikvb.- kullanmayı öğreniyorlardı. Kazılarla elde edilen bulgular, insanın en uzak atalarının, küçük hayvanları avlamak için her çeşit ağır nesneleri kullandıklarını, çağanoz ve kaplumbağaların bağalarını taşla kırdıklarını keşfetmemize olanak sağlıyor.
Doğada bulunan aletlerin sistemli olarak kullanılması, insanın atalarını, bu nesneleri kendi gereksinmelerine göre değiştirmeye, ve daha sonra, iş avadanlıkları yapmaya ve çalışma faaliyetine geçmeye götürdü. Bu eylem sırasında, doğada bulunmuş nesneleri, kendi özel gereksinmelerini karşılamak amacıyla değiştiriyorlardı.
İş aletlerinin, en kabataslak olanlarının bile yapımı, insanı, hayvanlar âleminden kurtarır, çünkü, hiçbir hayvan, birazcık da olsa eylemini yönlendirme yeteneğine sahip değildir, hiçbiri, en ilkel şeyleri bile yapamaz. Doğada bulunan [sayfa 14] aletlerin (taş ya da rasgele ele geçirilen bir sopanın) işlenmeden, oldukları gibi kullanılışından, özel iş avadanlıklarının yapımına geçiş, doğanın evriminde çok büyük bir atılım göstermiş, insansı maymunların insan varlığı haline dönüşümünün başlangıcı olmuştur.
İnsanın atalarının çalışmaya yeterli hale gelmeleri, biyolojik evrimin etkisiyle olmuştur. Ama emek de, kendi yönünden, insanların evriminin gidişim, sözkonusu biyolojik ilişkiler çerçevesi içinde etkilemiştir. Alt ve üst üyeler arasındaki kesin görev ayrımı, ancak emek sayesinde olmuştur. Eller, çalışma işlemlerinde uzmanlaşmış, kıvraklık, kesinlik ve bu işlemler için gerekli olan uyumlu hareket yetisini kazanmışlardır. Emek, aynı zamanda, dikey yürüme alışkanlığını pekiştirmiş ve insanın öteki organlarının ve iç organlarının gelişmesine de yardımcı olmuştur.

3. DÜŞÜNCENİN VE DİLİN EVRİMİ 

DÜŞÜNCENİN İLERLEMESİNDE EMEĞİN ROLÜ 
Tarih-öncesi insanlar, doğanın kendilerine sunduğu aletleri kullanırlarken, yiyeceklerin çeşidini de hissedilir ölçüde geliştirdiler. Bitkisel besinlerden ve kuş yumurtaların dan başka, artık küçük memelileri, kertenkeleleri, çağanozları, giderek elverişli durumda avlayabildikleri büyük hayvanların etlerini de yiyorlardı. Bu düzenli etle beslenme sayesinde, ön-insansılar, organizmanın ve en başta beynin gelişmesini sağlayan diğer maddeleri ve albümini bol miktarda alıyorlardı. Bu olgu da, onların, kemik yapılarının ilerlemesine katkıda bulunuyordu. Onların içgüdüsel çalışma faaliyetleri, gittikçe daha düşünülmüş ve bir amaca yönelmiş nitelik kazanıyordu.
Yüzyıllar boyunca, insan, kendini çevreleyen nesnelerin özelliklerine dikkat ediyor, iş alışkanlıklarını biriktiriyordu; yavaş yavaş olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki [sayfa 15] iç bağıntıları bulup çıkarmayı öğrendi. Artık çabalarının sonuçlarını önceden görebiliyordu, kendini kuşatan doğayı tanımayı öğreniyordu. Çalışırken ve çalışmanın içerdiği doğanın etkin bir biçimde değiştirilişi sırasında, tüm organizma ve düşünme yeteneği, düzenli olarak gelişiyordu. Zamanla, çalışma eylemlerinin ilerlemesi, yalnız ellerin çalışmasının yetkinleşmesine ve incelmesine değil, düşüncenin ve aynı zamanda atalarımızı bilinçli ve bir amaca yönelmiş bir çabaya elverişli kılan bütün yetilerin gelişmesine katkıda bulundu.
Emek, Rus fizyoloji bilginleri Setçenov ve Pavlov'un beyinde geçen fizyolojik görüngülere dayandığını tanıtladıkları, insanın ruhsal yapısının yetkinleşmesine yardım etti. Beyin maddesi ve bu madde içinde oluşan fizyolojik süreçler olmaksızın, en kabataslak, en ilkel ruhsal faaliyetlerin bile olması olanaklı değildi.

D İ L 
Telâffuz edilen dil {langage articulé), gene çalışma sırasında oluştu ve gelişti. Düşünce, insan bilinci, soyutlama yetisi ile bezenmiştir; ya da başka bir deyişle, insan düşünce ve bilinci, çevreleyen gerçekliği, sözcüklerle anlatılabilen kavramlarda yansıtmak ve sentez yapmak yeteneğine sahiptir.
Bu soyutlama yetisi, insanlara, düşüncelerini ve duygularını, sözcüklerle anlatma olanağını vermiştir; öte yandan, dil de, topluluğun bağrında, bilgilerin alışverişini olanaklı, kılmıştır. Ama bu olanak henüz tek başına, düzenli konuşmanın doğması için yeterli değildir. Onun için, düşüncelerin başkasına iletilmesinin ilkin buyurucu olması gerekir. Ve emir kipi ortaya çıkıyor ve ortaklaşa çalışma içinde gelişiyor.
Çalışma, her zaman, toplumsal bir olgu olmuştur. Tek başına bir bireyin çabaları, tüm topluluk yaşamının ayrılmaz [sayfa 16] bir parçasını oluşturmuştur. Topluluk üyelerinin çalışma için biraraya gelmesi, bireyin düşüncesinde ve bilincinde, kendisini, toplulukla aynı ve bir tutmaya, topluluğun gereksinmelerine boyuneğmeye ve kendisini yalnızca topluluğun bir üyesi saymaya götürüyordu. Ve bu ortaklaşa çalışma yüzündendir ki, insanlar, birbirleriyle iletişimde bulunmak, konuşmak gereksinmesini duydular.
Başlangıçta, yalnızca çalışırken, şu ya da bu işleme uygun düşen tek tek ünlemler kullanılıyordu. Bu çığlıklar, yavaş yavaş insanların belleğinde yer etti ve onların ne anlama geldikleri bilinçlerinde yerleşti. Çalışma faaliyetlerinin gelişmesi, bu çığlıkların birbirlerinden ayırdedilmesine yolaçtı. Öte yandan, bu olgu, ses organlarının değişikliğe uğramasını hızlandırdı. Çalışma sırasında, karşılıklı konuşmak ve anlaşmak zorunluluğu karşısında, başlangıçta az gelişmiş olan gırtlak, telâffuz edilen sesler çıkarmaya yetenekli bir organa dönüşmek üzere, değişikliğe uğradı. Böylelikledir ki, uzun yüzyıllar süren ortak çalışmanın sonunda, derece derece, telâffuz edilen dil, insanlar arasında fikir değişiminin ve ilişki kurmanın en üstün aleti olan dil ortaya çıktı. Toplumun ilerlemesinde dilin çok büyük bir etkisi oluyordu; çünkü dil, insanların çalışma çabalarının biraraya toplanmasına ve aynı zamanda ortaklaşa çabanın örgütlenmesinin geliştirilip yetkinleşmesine yardım ediyordu. Söz sayesindedir ki, insanlar, birikmiş iş alışkanlıklarını koruyorlar, yayıyorlar ve deneyimlerini yeni kuşaklara iletiyorlardı.
Tarihinin başlangıcında, insanlığın çok kapalı küçük topluluklara bölünmüş olması yüzünden, her grubun dili temelinde, bağımsız bir gelişme izliyor ve bir grubun dili, öteki grubun dilinden ayrı oluyordu.


İKİNCİ BÖLÜM
MADDÎ ÜRETİM



1. MADDÎ MALLARIN ÜRETİMİ VE TOPLUMSAL İLERLEME 
Çalışma faaliyetleri ve ilk aletlerin yapımı ile insan toplumu da ortaya çıkmaya başladı. Şimdi, insanların yaşamı köklü olarak değişmiş ve hayvanlarınkinden bambaşka bir durum almıştı. Hayvanların, yaşamlarını sürdürmek için, doğanın sunduğundan başka hiçbir malları yoktur. Emek, insanı bu bağımlılıktan kurtarmıştır. İnsan, aletleri ile daha önceleri kendisi için erişilmez olan şeyleri doğadan alabilir, ya da doğanın kendisine sunduğu malları kendi gereksinmelerine uyarlayarak dönüştürebilir. Taştan ve odundan yapılma aletler, tarih-öncesi insanlara, maddî malların tüketimini önemli ölçüde genişletmek olanağını sağlamıştır. İnsanların, artık, en büyük ve en güçlü hayvanlara üstün [sayfa 18] gelmesiyle, daha besleyici olan et bollaşıyor ve yiyecekleri zenginleşiyordu. Uygun biçimde işlenmiş büyük hayvanların postları, insana, bedenini soğuğa ve hava değişikliklerine karşı korumak olanağı sağlıyordu. Avadanlıkların yardımıyla, insan, kendisine barınaklar yapıyordu. Maddî malların üretimi, toplumsal yaşamın temeli oldu.
Üretim arttığı ve insan, eylemiyle doğa üzerinde daha etkin bir hale geldiği ölçüde, kendi yarattığı mallarla, zorunlu gereksinmelerini, gittikçe daha iyi bir biçimde karşılıyordu. Ama maddî üretim, her zaman, temel iki öğeden, coğrafî ortam ile insan sayısından oluşmuş doğal bir çerçeve içinde gerçekleşir.

TOPLUMUN İLERLEMESİNDE COĞRAFÎ ORTAMIN ROLÜ 
İçinde bulunduğu coğrafî ortam, insan toplumunun ilerlemesinde büyük bir yer tutar. Doğa, insana, yaşaması ve çalışması için gerekli ilk maddeleri sağlar; ve doğa, üzerinde toplumsal yaşamın geliştiği alandır. Coğrafî ortam kavramı, insanı kuşatan doğayı, yani toprağı, iklimi, denizleri, nehirleri, hayvanlar ve bitkiler âlemini, yerin engebelerini, yararlı maden filizlerini vb. kapsar.
Coğrafî ortam, sınaî faaliyetlerin zorunlu koşuludur. Bu sınaî faaliyetler, insanın yaşamını sürdürme araçlarını elde ettiği doğa ile ilişkileri dışında düşünülemez. Coğrafî ortamın, toplumun ilerlemesi üzerindeki etkisi değişebilir; eğer elverişli ise (ormanların ve akarsuların bolluğu, iyi bir iklim vb.) ilerleme hızlanır, tersi durumda, ilerleme dizginlenir. Ama toplumsal gelişmenin, yalnızca, tümüyle coğrafî ortamın ya da onu oluşturan çeşitli öğelerin (iklim, akarsuların bolluğu ve bunun gibi etkenlerin) işlevi olduğunu düşünmek, yanlış olur. Coğrafî ortamın evrimi, çok çok yavaştır. Bütün tarih boyunca, coğrafî ortam değişiklikleri, pek küçük olmuştur; oysa toplum, ilkel topluluktan başlayarak SSCB'nde komünizmin ve öteki sosyalist ülkelerde [sayfa 19] sosyalizmin kuruluşuna kadar, çok büyük ilerlemeleri gerçekleştirmiştir.
Birbirine benzer coğrafî koşullar içinde bulunan komşu ülkelerin, başka başka toplumsal gelişme düzeylerinde bulunmaları ender değildir. Toplum yeni belirmekteyken, insan, doğa güçleri karşısında hemen hemen güçsüzken, coğrafî ortamın etkisi daha belirgindi. Ama üretici güçlerin gelişmesi ölçüsünde, insan, doğayı, kendi gereksinmelerine boyuneğmeye gittikçe daha çok zorluyor ve coğrafî ortamın toplumsal evrim üzerindeki etkisi azalıyordu.
Üretim, coğrafî ortam kavramını, ona yeni öğeler katarak ve başka öğeleri dıştalayarak değiştirir. İlkel toplulukta, örneğin çevrenin hayvan ve bitki âlemi, insan için, maddî mallar elde etmenin tek kaynağı idi ve bu bakımdan çok büyük önemi vardı. Hayvan ve bitki yetiştirmenin gelişmesi ile, insan, kendi kullanımı için, coğrafî kaynaklardan çok, kendi özen ve çalışmasına dayanan bir hayvanlar topluluğu ve bir bitkiler topluluğu yaratmayı öğrendi. Üretimdeki ilerlemeler, iklimin, yerin engebelerinin, su kaynaklarının bolluğunun ve başka coğrafî etkenlerin, toplumsal ilerlemenin gidişi üzerindeki rolünü hissedilir ölçüde azalttı. Bugün için, çalışma ve doğanın biçim değiştirmesi, bütün koşullar altında ve her iklimde olanaklıdır. Teknik uygulamalar, doğanın karşımıza çıkardığı engellerin rahatça üstesinden gelmektedir.
Gereksinmelerini karşılamak için, insanlık, maden zenginliklerini ve enerji kaynaklarını işleterek, coğrafî ortamın kaynaklarından fazlasıyla yararlanmaktadır. Ama bu, ancak üretimdeki ilerleme sayesinde olanaklı olmuştur.

NÜFUS HAREKETLERİNİN İLERLEYİŞİ
VE TOPLUMSAL GELİŞME 

Toplumun varlığı ve maddî malların üretimi, insanın sayıca düzenli üremesinden ayrı düşünülemez. Bu açıdan, [sayfa 20] nüfus, nüfusun çoğalması, hızla artışı, yoğunluğu, toplumu maddî yaşamının doğal bir koşulunu oluşturur ve toplumu ilerlemesi üzerinde kesin bir etki yapar. Örneğin, nüfus yoğunluğu az olan bölgelerde, ekonomik ilişkiler kurulmasındaki güçlükler bakımından toplumsal ilerleme duraksar, aynı şekilde, iş deneyiminin ve alışkanlıklarının yayılmaması yüzünden bu bölgelerde üretimin gelişmesi yavaşlar. Ensonu, yalnızca zayıf bir nüfus yoğunluğu, doğaya karşı savaşım verecek insan az olduğu için, toplum ilerlemesini dizginleyebilir. Çoğu kez, kol gücünün azlığı sonucudur ki, bir sulama sistemi kurulamamış ya da akarsuların gücü, maddî malların üretiminde kullanılamamıştır. Ama bu son söylediklerimizden, hiçbir zaman, nüfus yoğunluğunun, toplumsal ilerlemenin belirleyici etkeni olduğu sonucu çıkmaz. Nüfus yoğunluğu nispeten daha az olan bazı ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişmelerde, nüfus yoğunluğu daha fazla olan ülkeleri geçmişlerdir. Örneğin, SSCB'nde, nüfus yoğunluğu, bazı Batı Avrupa ülkelerinden çok daha azdır. Nüfus yoğunluğu ve nüfus hareketlerindeki hızlanış öğeleri, toplumun evrim dönemlerinin değişikliklerine göre değişen etkenlerdir. İnsan toplumunun şafağında, ilkel toplulukta; insanın doğa güçleri karşısında güçsüz olduğu ve üretimin, genellikle çabaların basit elbirliğine dayandığı, iş deneyimi ve alışkanlıklarının henüz önemsiz olduğu ve bu deneyim ve alışkanlıkların artıp eksilmelerinin, üretimin hızlanmasında büyük bir rol oynadığı zamanlarda, nüfus yoğunluğu, nispeten daha önemli bir etkendi. Ama sonraki dönemlerde, toplumsal ilerleme bakımından, değerini yavaş yavaş yitirdi. Nüfus yoğunluğu, ancak şu ya da bu maddî üretim temposu için elverişli koşulları hazırlayabilir. Buna karşılık, toplumsal ilerlemedeki ve maddî mallar üretimindeki hızlanış, nüfus durumunu önemli bir şekilde etkiler. [sayfa 21]

TOPLUMSAL YAŞAMIN TEMELİ OLARAK
MADDÎ MALLARIN ÜRETİMİ 

Toplumun yaşam düzeyi ve evrimi, maddî malların üretimiyle belirlenir. Bu üretim, hiçbir zaman duraklayıcı değildir; durmadan genişler, gelişir ve yetkinleşir. İnsanların, yaşamlarını sürdürmek için, durmaksızın her zaman artan bir miktarda, maddî mallar üretmeleri gerekir. Üretimin ilerlemesi, zorlayıcıdır, toplumsal yaşamın bir yasasıdır; bu ilerleme nesnel bir etmendir ve insanların isteğine ya da iradesine bağlı değildir. Onun kökeninde yatan şey, her şey den önce, durmadan artan gereksinmeler ve insanlığın nüfusunun sürekli artışıdır. İnsanlık bir kez hayvanlar âleminden kurtulduktan sonra, nitelik ve nicelik bakımından kendi gelişme seyrini izler, bu durum da, karşılıklı olarak, maddî malların miktarının daima artmasını zorunlu kılar.


2. MADDÎ ÜRETİMİN İLERLEMESİ 

TOPLUMUN ÜRETİCİ GÜÇLERİ 
Maddî malları üretmek için, emek nesnelerine, yani insanın değiştirdiği maddelere, sonra emek araçlarına ya da, bir başka deyişle, iş aletlerine sahip olmak gerekir.
İş alet ve nesneleri, üretim araçlarını oluştururlar. Ama iş alet ve nesneleri kendiliklerinden, insanlığa, maddî mallar sağlamazlar.
Üretimi etkin biçimde oluşturan öğeler, emek-gücü, yani insanın sahip olduğu çalışma yetisi, insanın çalışma bilgi ve görgüleri, fizik ve manevî güçleridir ki, insan, bunlar sayesinde maddî malları üretebilir. Üretim araçlarım yaratan ve kullanıp işleten, emek-gücüdür.
Şu halde, toplumun üretici güçleri, toplum tarafından yaratılan üretim araçları (en başta iş aletleri) ile bu aletleri kullanan ve böylece maddî malları üreten insanların [sayfa 22] tümünden başka bir şey değildir. Çalışan yığınlar, kesin ve en önemli üretici güçtür. Onlar olmasaydı, üretim araçları, ölü bir şey olmaktan ileri gidemezdi.
Çalışma boyunca, alet ve avadanlıklar, durmadan yetkinleşirler, ve bu yetkinleşme, insanın doğaya olan bağımlılığını azaltır ve doğa üzerindeki gücünü ve egemenliğini güçlendirir. Alet ve avadanlıkların durmadan gelişmesi toplumsal evrimin başta gelen etkenidir. İş aletlerinin düzeyi, insanın doğa güçlerine gem vuruşunun, doğa güçlerini denetim altına alışının derecesini belirler.
Maddî malların üretiminin ilerleyişi, üretici güçlerdeki değişiklikle, her şeyden önce, avadanlıkların yetkinleşmesi ile başlar. İnsanlığın çeşitli ekonomik çağlarını tanımlamak için, şu soruyu sormak gerekir: maddî mallar, nasıl ve hangi avadanlıklarla üretilmekteydi?
Şu halde, insan toplumunun iktisadî tarihinin gelişimini iyi anlamak için, her şeyden önce, belirleyici kesin etkeni, maddî malların üretim düzeyini, iş aletlerinin evrim durumunu gözönünde bulundurmak gerekir.

ÜRETİM İLİŞKİLERİ 
Maddî üretimin oluşturduğu büyük eylemler birliğinin tümü, tek tek bireyler tarafından harekete geçirilemez. İnsan, benzerlerinin yardımı ve katılması olmadan, yaşamak için, kendisine gerekli olan şeylerin hepsini, hiçbir zaman, tek başına üretemezdi. Tek başına doğa güçlerine kafa tutamayacak, bu eşit olmayan savaşımda, eriyip gitmesi kaçınılmaz olacaktı. İnsanlar, ancak hep birlikte, ortaklık halinde, bir toplum halinde birleşerek, önceki kuşaklardan miras kalan deneyim ve teknik bilgilerden yararlanarak, maddî malları üretebilirler. Demek ki, sonuç olarak, çalışma, ancak toplumsal olabilir.
Toplumun tarihsel ve iktisadî evrimini iyi anlamak için, üretici güçlerin gelişmesini incelemek yeterli değildir. Maddî [sayfa 23] malların üretimi sırasında ya da çalışmalarının ürünlerini birbirleriyle değiştirmeleri sırasında, insanların, kendi aralarında kurdukları bağları ve ilişkileri de iyi bilmek gerekir. Üretimde, toplumsal ilişkiler, maddî üretimin zorunlu bir öğesi olan ve üretim ilişkileri denilen şeyi oluştururlar.
Emek ürünlerinin toplumun üyeleri arasında üleştirilmesi sistemini belirleyen, bu üretim ilişkileridir. Bu üleştirme, üretim ile tüketim arasındaki bağıntıyı oluşturur ve son tahlilde, üretim araçları mülkiyetinin ayırdedici özelliğine bağlıdır. Üretim ilişkileri, insanların iradesine bağlı değildir, çünkü insanlar, kendi üretici güçlerini seçmekte özgür değildirler. Her kuşağa, kendinden önceki kuşaklardan belirli bir üretici güçler düzeyi miras kalır ve bu kuşak, üretici güçlerin evrimi bu son üretim tarzım da eskitip yokedinceye değin kendisine miras kalan ve belirli üretici güçler düzeyine uygun düşen bir üretim biçiminin yasalarına boyuneğer.
Üretici güçlerle buna uygun düşen üretim ilişkilerinin tümü, tarihsel bakımdan belirli bir üretim tarzı oluştururlar, ki bu da, toplumsal yaşamın maddî temelini oluşturur. Maddî malların üretim tarzı, toplumsal ilerlemenin belirleyici kesin etkenidir ve evriminin her döneminde toplumu niteler. İnsan yaşamının maddî temeli, üretim tarzı olduğuna göre, toplum tarihi de, üretim biçimlerinin gelişmesi ve düzenli olarak birbirlerini izleyişi tarihi olarak ele alınmalıdır. Böyle ele alınınca, toplum yaşamının her dönemi, o üretim tarzına uygun düşen üretim tarzı yasaları incelenmeksizin anlaşılamaz.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 
İNSANIN BİÇİMLENMESİ
VE İLKEL TOPLULUK REJİMİNİN GELİŞMESİ


1. TOPLUMUN OLUŞU SIRASINDA ÜRETİCİ GÜÇLER 
İnsanlığın ileriye doğru evrimi, üretici güçlerin, en başta da iş aletlerinin yetkinleşmesinin sonucu oldu.
Tarih-öncesi çok eski insanlara ait taşıl kemikler ve iş avadanlıkları, Çin'de, Hint'te, Seylan'da, Birmanya'da, Cezayir'de, Kenya'da, Uganda'da, Tanganika'da, Güney Afrika'nın başka bölgelerinde ve Avrupa'da bulunmuştur.
SSCB topraklarında, Ermenistan'da, Kırım'da, Kafkas kıyılarında, Dinyester havzasında ve Orta Asya'da, çok eski insansıların kalıntıları ve onların eylemlerinin izleri bulunmuştur.

İLKEL İNSANLAR 
İlk insanlar, çağcıl torunlarından çok farklı idiler. Alınları basık ve geriye doğru yatıktı. Kaş kemerleri, belirginleşmişti ve gözler üzerinde siper görevi görüyordu. Çene kemikleri ise, öne doğru çok fazla çıkıntılıydı. Sırtları kambur gibi kemerli olarak ve dizlerini biraz bükerek yürüyorlardı. Ama insanlığın bu en eski temsilcileri, hayvanlar alemindeki atalarından da oldukça değişiktiler. Dikey bir duruşları vardı ve yüzyıllar boyunca büyümekte olan beyinlerinin hacmi, gittikçe, bugünkü insan beyninin hacmine yaklaşıyordu. İlkel insanlar, doğa güçleri karşısında, hemen hemen tamamıyla güçsüzdüler ve onların yaşayışı, hayvanlarınkinden pek az farklıydı. Ama onların kullandıkları gereçler yetkinleştikçe ve üretici güçler geliştikçe, doğal afetler üzerinde, ilk küçük başarılarını kazanır duruma geliyorlardı.

İŞ ALETLERİNİN GELİŞMESİ 
İsa'dan aşağıyukarı 700.000 yıl önce, insan, ilk iş avadanlıklarını yapmak üzere taşları işlemeye başladı. Daha sonra, ilkel insan, çakıl taşlarını bölmeyi ve kırmayı öğrendi ve böylece keskin kenarlı kaba avadanlıklar elde etti. Odundan aletler de yapıyordu: ucu sivriltilmiş sopalar, beller vb.. Zamanla, insan, avadanlıklarını, kendi gereksinmelerine gittikçe daha iyi uyarlıyordu. Tarih-öncesi insanlar, sonunda, taşların her iki yanını yontmayı öğrendiler, böylece yontmak, biçmek, kesmek, vurmak ve giderek toprağı kazmak için kullandıkları çeşitli işler gören büyük avadanlıklar elde ettiler. Bu avadanlıklar, gelişmeleri ile pitekantropusa yaklaşmakta olan insansılar tarafından yapılmakta idi ve daha o zaman, büyük ölçüde uygulanıyordu.
Maddî malların ve insanların tüm yaşam evriminin bundan sonraki aşaması, 500.000 ilâ 300.000 yıl önce, her yanı yontulmuş, oval biçimde, keskin ve sivri, sözgelimi vurmak, malzemeyi kesmek ya da toprağı kazmak için vb. özel olarak uyarlanmış avadanlıklar ortaya çıktığı zaman başladı. İnsan, yaşamını sürdürmek için, gerçekleştirmek zorunda [sayfa 26] olduğu çeşitli işlemlere uygun aletler yapıyordu. Bütün bu çeşitli işleri görecek kazağılar; sistreler, sivri uçlar gibi aletler dizisini elde etmek için, taşları çok büyük bir ustalıkla yontmasını bilmek gerekiyordu. Bu da gösteriyor ki, üretim sırasında, insanın düzgün hareketler yapabilme yeteneği, önemli bir şekilde gelişmişti.
Yeni iş aletlerinin ortaya çıkışı, insanlığın bütün yaşamını değiştirdi. Bu aletler sayesinde avcı çok daha büyük bir başarı elde etmek olanağına sahipti ve koca yabanıl hayvanları, filleri, gergedanları, hörgüçlü yaban öküzlerini, rengeyiklerini ve atları vurabiliyordu. İnsan, aynı toprak alanından artık çok daha büyük bir ürün elde edebiliyordu; bu ise, onun, aynı yerde daha uzun zaman kalmasına olanak sağlıyordu. Av için en uygun olan yerlerin (hayvanların suya indikleri yerler, orman kenarları, hayvanların otladığı yerler) yakınında, insanlar, geçici olarak konaklar kuruyorlar, bu konak yerlerine yakın mağaralarda ya da saçak halindeki kayaların altında barınıyorlardı.

ATEŞİN KULLANILMASI 
Bu çağda insan, artık hem ısınmak, hem yırtıcı hayvanlardan korunmak, hem bitkisel ve hayvansal besinlerini pişirmek, hem de yeni avadanlıklarını yapmak için ateşi kullanmasını biliyordu. Ateşten, özellikle taşları işlemek ve alevde ucu sertleştirilen kazıklar yapmak için yararlanıyordu.
Daha sert iklimlerde, insanlığın, ilerleyişini sürdürebil inesi için, yapay olarak ateş elde etmenin yeni yöntemlerini bulmak, geliştirmek gerekiyordu. İnsan, pratik çalışmaları sırasında, birbirine çarpılan taşların kıvılcımlar saçtığına ve birbirine sürtülen ağaçların ısındığına dikkat etti.
İnsan, ateş elde etmek için, bu fiziksel olaylardan yararlanarak, doğanın kör güçleri üzerinde ilk zaferini kazandı; yaşam savaşımında, daha önce kendisi için afet olan [sayfa 27] doğal güçlerden yararlanmaya çalıştı.
Pişirilmiş ya da ateşte kızartılmış besinler, daha besleyiciydi ve daha kolay sindiriliyordu; bu, aynı zamanda, ilkel insanlığın besin kaynaklarını zenginleştirmesine olanak sağlıyordu. Emek ile birlikte bu olgu, insanın biyolojik evrimini hızlandırmaya yardım ediyordu.

BUZUL DEVRİNDE İŞ ALETLERİNİN GELİŞMESİ 
Yüzbin yıl önce, insanların yaşamında, yeni bir dönem açıldı. Kuzey yarıküresinde, iklim, birdenbire soğudu. Buzullar, ılıman bölgelere doğru kaymaya başladı ve Avrupa'nın büyük bir bölümü tümüyle buzullarla kaplandı. Bu dönemde, sıcak ülkelerde, bitmez tükenmez yağmurlar başladı. Bugünkü Sahra'nın bulunduğu topraklar, göller, ırmaklar, yüksek otlarla kaplıydı ya da bunların yerini sık tropikal ormanlar alıyordu. Sıcak iklimlerin bitkileri ve hayvanları, ya ölüyor ya da tropiklere doğru göç ediyordu. Bazı türler kayboluyor, yeni hayvan türleri, mamutlar, rengeyikleri, beyaz tilkiler ve benzerleri görünmeye başlıyordu. Ama, çalışma yetisi sayesinde, insanlık, sönüp gitmedi, hatta gelişmesini sürdürdü. Bu dönem insanlarının (néanderthaliens) kalıntıları, Avrupa'da (Almanya, İspanya, Belçika, Yugoslavya, Fransa, İtalya), Asya'da (Pakistan, Irak, Java vb.). Güney Afrika'da bulunmuştur. Sovyet topraklarında ise, Kırım'da ve Orta Asya'da keşfedilmişlerdir.
Toplumsal ilerleme, üretici güçlerin sürekli yükselişinden geliyordu. Avadanlıklar, gittikçe daha iyi farklılaşıyor ve özelleşiyordu. Aletler, genel olarak taştandı, ama üretim tekniği büyük ilerleme gösteriyordu. Kesici kenarları daha keskinleştirmek için son bir özel işlemden geçiriliyordu. Kamaların, taş ok uçlarının, derilerin işlenmesinde kullanılan kazağıların vb. ortaya çıktığı görülüyor. Ve iş aletlerinin yetkinleşmesi ile üretim deneyim ve yöntemi de ilerliyordu. [sayfa 28]
Avadanlıkların ilerlemesi, insanların başlıca faaliyeti haline gelen avlanmanın yaygınlaşmasına yardım etti. Sürek avları düzenlenerek, hayvanlar bataklıklara sürülerek ve buna benzer şekillerde, büyük topluluklar halinde ortaklaşa avlanmaya başlandı. İnsanlar, sık sık, avı bol olan yerlerde uzun molalar veriyorlardı. Bu molalarda, mağaralar, inler gibi doğanın sunduğu sığınaklarla yetinilmiyor, kötü havalardan korunmak için duvarlar ve saçaklar yapılmaya başlanıyordu.


2. ÇAĞCIL İNSANIN BİÇİMLENMESİ 

KRO-MANYON (CRO-MAGNON) ADAMI 
Toplumun üretici güçlerinin ilerlemesi ve insan türünün evrimi, MÖ 14. yüzyıl ile 9. yüzyıl arasında, genel olarak kro-manyon soyu denen bir insan soyu ortaya çıkardı. Kro-manyon adamları, bugünkü insandan hemen hemen farksızdı.
Bu soy, kendisini ortaklaşa çalışmaya adayan pek çok insan kuşağının uzun evrimi sonucunda oluştu. Yavaş yavaş ortaklaşa üretime, düşünceye ve telâffuz edilen dile iyice uyarlanmış bir organizma billurlaştı. Artık insanlığın evrimi, yalnızca insan toplumuna özgü yasaları izlemeye başladı.
Kro-manyon adamları, Batı Avrupa'nın ve Doğu Avrupa'nın (özellikleri Rusya ovasının), Güney Avrupa'nın, Kuzey Afrika'nın, Ön Asya'nın ve Orta Asya'nın, Kafkasya, Hindistan, Ekvatoral ve Güney Afrika'nın, Doğu, Kuzey-Doğu ve Güney-Doğu Asya'nın, Sibirya'nın, Kuzey Çin'in sakinleri idiler. Neandertalien adamlarınınki ile karşılaştırılacak olursa, kro-manyon adamlarının iş aletleri, daha yetkinleşmişti. Onların zanaatı, çeşitli işler için özel olarak yapılmış kemikten ve taştan geniş bir avadanlıklar dizisini kapsıyordu: odunu, kemiği, boynuzu, en gerekli avadanlıklar [sayfa 29] biçimine sokmak üzere oldukça kolaylıkla yontmaya olanak sağlayan her çeşit malalar ve lamlar. Bu döneme doğru, aynı şekilde, kemik uçlu kargılar, zıpkınlar ve gene kargıların ve mızrakların hareket hızını artırmaya yarayan ilk fırlatma aygıtları görünmeye başladı.
Üretici güçlerin düzeyi, insanlara, şimdi daha uzun süre yer değiştirmemek olanağını sağlıyordu; onun için, geniş klan evlerinden oluşan sabit köyler (aglomeralar) kurmaya başladılar.

İNSAN SOYUNUN BİÇİMLENMESİ 
Çağcıl tipin oluştuğu çağda, ırklar, yani birbirlerinden derinin rengi, burnun ve dudakların biçimi, kıllanma sistemi gibi dış özelliklerle ayrılan geniş insan grupları da ortaya çıktı. Farklı coğrafî ortamların ve insan topluluklarının birbirlerinden yalıtılmış olmalarının etkisi altında ortaya çıkan bu nitelikler, ancak bugünün çağcıl somatik tipi temel çizgileriyle billurlaştığı zaman açıklanabilmişlerdir. Bu nitelikler, hiçbir şekilde, bireylerin iç yapısında, hele onların zihinsel yetilerinde, toplumsal kuruluşlarında ve kültür düzeylerinde yansımıyordu,
Irkların kökeninde, bütün insanların aynı ortak atadan gelmedikleri olgusunun bulunduğunu ve buradan hareket ederek, onların, soyluluk, değer ve hak bakımından eşit olmadığını, yani aşağı ırklar ve üstün ırklar bulunduğunu öne süren burjuva yazarların ırkçı teorilerinin hiçbir bilimsel ve tarihsel dayanağı yoktur. Bu teoriler, yalnızca sömürgeci fetihleri ve sömürüyü haklı göstermek, Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının ulusal kurtuluşları uğruna ve sömürgecilerin nüfuzuna karşı savaşımına engel olmak amacıyla uydurulmuş ve yayılmıştır.


İNSANLIĞIN COĞRAFÎ YAYILIŞI 
Üretici güçlerin gelişmesi, insanlığın çoğalmasına yardım [sayfa 30] ediyordu. Bunun sonucu olarak, avlanmaya, balıkçılığa, bitkilerin toplanmasına uygun olan ülkelerde nüfus, aşırı derecede yoğunlaştı. Ama, uzun zaman aynı yerde kalan insanlar, artık kendilerini ve ailelerim beslemeyi başaramıyorlardı. Bu yüzden yeni topraklar aramak ve oralarda yerleşmek zorunda kalıyorlardı. Başka bir deyişle, insan gruplarının, başka yerde topluluklar kurmak üzere kendi eski topraklarını terkettikleri her zaman görülmekteydi. Öte yandan bu olgu, yeni toprakların değerlendirilmesine yardım ediyordu. Göç etmiş olanların ilgileri, artık ilk grupların ilgileri ile aynı olmadığı için, çeşitli yaşam tarzları ve diller biçimleniyordu: Göçler, insan gruplaşmaları arasındaki deneyim ve teknik alışverişini hızlandırıyor, bu bakımdan, üretici güçlerin ilerlemesi üzerinde uygun bir etki yapıyordu.
Kro-manyon adamları, hemen hemen bütün Avrupa, Asya ve Afrika'ya yayılmışlardı. Daha sonra (12.000 ya da 15.000 yıl önce), o zamanlar şimdikinden çok daha dar, ve yılın büyük bir kısmında buzullarla kaplı olan Bering Boğazı yolu ile Asya'dan Amerika kıtasına geçmeye başladılar. Gene aynı tarihlerde, insanlar, Sonde Adaları ve Malezya Takımadaları yoluyla Güney-Doğu Asya'dan gelerek Avustralya'ya yerleşmeye başladılar.
Böylece, insan topluluklarının en önemli kesimiyle ilişkileri kesik olan Amerika Hintlileri ve Avustralyalılar, çok özel koşullar içinde kaldılar; artık insanlığın geri kalan kısmının ortak deneyiminden yararlanamıyorlardı. Ama bu yalıtılmış durum ve çevrenin çetin doğa koşullarına karşın, Amerika ve Avustralya sakinlerinin evrimi de aşağıyukarı, başka yerlerdekiler ile aynı yolu izledi.


3. İLKEL TOPLULUK REJİMİNİN OLUŞUMU DÖNEMİNDE
ÜRETİM İLİŞKİLERİ 

İLK İNSAN SÜRÜSÜ 
Neandertal-öncesi dönemde, insanlar, göçebe kalabalığı [sayfa 31] ya da sürüler halinde, birarada bulunuyorlardı. Üretici güçlerin çok düşük olan gelişme düzeyi yüzünden, böyle bir yaşam tarzını kabul etmek zorundaydılar. O zaman insanı, geçimini, pek ilkel olan silahları ile, ancak kalabalık topluluklar oluşturduğu sürece sağlayabilirdi. Bitkileri toplarken bile, insanlar, yabanıl hayvanların saldırılarına karşı koyabilmek için, toplu halde bulunmak zorundaydılar. İnsanlar, etkin avlanmaya geçtikleri zaman, kadın-erkek bütün üyeler, çabalarını birleştirdikleri takdirde, başarı elde ediyor ve geçim araçlarını sağlıyorlardı. Çalışma, ortak yaşam tarzının gelişmesi üzerinde, durmadan artan bir etki oluşturuyordu. Bütün üretim faaliyetleri, insanların nispeten kalabalık gruplar halinde toplanmasını gerektiriyordu. Ancak ortak yaşam, üretimin ilerlemesinin temeli olan birikmiş iş deneyim ve alışkanlıklarının korunmasını ve sonra gelecek kuşaklara aktarılmasını olanaklı kılıyordu.

DOĞAL İŞBÖLÜMÜ 
Üretici güçlerin ve her şeyden önce yeni silahların (mızrak, kargı, vb.) gelişmesi, zaten topluluğun üyeleri arasında bir görev bölümünü doğurmuştu. Artık aralarından bir bölümü, herkesin gereksinmesi olan şu ya da bu zahireyi sağlayabilirdi ve ötekiler, başka işlerle uğraşabilirlerdi. Cinsiyetler arasındaki işbölümü de böyle oldu. Daha güçlü ve dayanıklı olan, analık ve gelecek kuşakların bakımı gibi görevleri bulunmayan erkekler, kendilerini, tümüyle ava vermeye, böylece et ve deri gereksinmesini karşılamaya başladılar; oysa kadınlar, yaşlılar ve çocuklar, doğrudan doğruya doğadan sağlanan besinlerin (yenen kökler, meyveler, yaban üzümleri, yumuşakçalar vb.) toplanması, balık avlama, aile ocağının bakımı (ateşin söndürülmemesi, evlerde düzenin sağlanması) işine ayrıldılar. Uzun yaşam deneyimi olan yaşlılar, iş avadanlıklarının yapımı ile de uğraşıyorlardı. Onlar, bir bakıma, kuşakların deneyimlerinin, [sayfa 32] ortaklaşa çalışma alışkanlıklarının taşıyıcıları idiler. Üretimde en bilgili oldukları için, bu ilkel insan topluluklarının öteki üyeleri yanında, belli bir saygınlık sağlıyordu, ve avlanmada ve ortak olarak yapılan öteki işlerde de şef rolü oynuyorlardı. Topluluğun bütün işlerinde, yavaş yavaş karar verecek duruma geldiler. Cinsiyet ve yaş ilkelerine göre, ilk doğal işbölümü böyle oldu.
Böylece, toplumun üretici güçlerinin evriminde büyük bir atılım gerçekleşmiş oldu.
Erkeklerin avda, kadınların besin toplama ve evin bakımında uzmanlaşması, emek üretkenliğini artırdı; çünkü bu uzmanlaşma, deneyimin birikimine, üretim araçlarının özelleşmesine yardım ediyordu. Üretimde çabaların basit birliği, en ilkel biçimde elbirliği, bireyin tek başına ulaşamayacağı sonuçlar sağlıyordu. Şimdi artık, çabaların basit elbirliği, yerini, yavaş yavaş topluluğun üyelerinin çeşitli faaliyetlerde uzmanlaşmasına dayanan bir çeşit daha gelişmiş bir ortaklaşmaya bırakıyordu. Başka bir deyişle, çalışmada elbirliği doğmuştu.

GENTİLİCE ÖRGÜTLENMENİN DOĞUŞU 

Üretici güçlerin evrimi, insanlığın toplumsal yapısında değişikliklere neden oldu. ilkel göçebe kalabalığı, üretimde daha sağlam bir birlik ve ortaklık biçimine, yani üyeleri, ortak çalışmayla, cinsiyete dayanan doğal işbölümüyle ve ortaklığın bağrındaki ortak görevlerle birbirine kenetlenmiş gense yerini bırakıyordu.
Evlilik kurumunda değişiklikler başgösterdi, akrabalık ilişkileri, gentesin billurlaşmasında büyük rol oynadı. Sayı bakımından, ilkel topluluk, tarih-öncesi göçebe kalabalığından daha zayıftı, çünkü artık üretici güçlerin ilerlemesi, üretim için pek çok kişinin aynı zamanda ve değişmez bir şekilde birarada bulunmalarım zorunlu kılmıyordu. Ama, bazı işler (özellikle sürek avı), zaman zaman gentesin geçici [sayfa 33] olarak daha kalabalık topluluklar halinde ya da kabileler (tribu, aşiret) halinde birleşmesini gerektiriyordu.
Bu şekilde beliren kabile topluluğu da, karşılıklı olarak dil ortaklığını ve bir ölçüde, yaşayış biçimi ortaklığını belirliyordu. ilkel göçebe topluluğunun ayırdedici özelliği olan ve hayvanlar âleminden miras kalan düzensiz cinsel ilişkilerin yerini, dış-evlenme (exogamie), yani aynı klan üyeleri arasında evlenmenin yasaklanması aldı. Öte yandan dış-evlenme, klanlar arası bağları güçlendirdi, çünkü iç-evlenme (endogamie), ancak kabilenin oluşturduğu topluluk içinde evlenmeyi olanaklı kılabiliyordu.
Tamamıyla nesnel olarak ve insanların bilincinden bağımsız olarak akrabalar arasında evlenmenin yasaklanması, gerekli bir hale geldi. Grup halinde evlenme hâlâ devam ediyordu, ama derece derece, yalnız ana-baba ile çocuklar arasında değil, kız ve erkek kardeşler arasında da evlenmenin kaldırıldığı görüldü.
Böylece, ortak çalışma, üretici güçlerin ve üretim İlişkilerinin ilerlemesi, insan toplumunu, giderek sürü ya da göçebe kalabalık halindeki ilk düzenlerini bırakarak, üretimin gereklerine daha uygun olan biçime, aile düzenine geçmeye zorladılar.

KLAN TOPLULUĞUNDA ÜRETİM İLİŞKİLERİ 
Genste olduğu gibi, ilkel göçebe kalabalığında, üretim ilişkileri, esas olarak, mevcut üretici güçler düzeyine uygun düşüyordu. Çok kabataslak olan aletler ve üretici güçlerin pek az gelişebilmiş olması, topluluğun bütün üyelerinin, maddî malların üretimine katılmalarını gerektiriyordu.
Üretim ilişkileri, karşılıklı yararlanma için hep birlikte çalışan gensler arasında mevcut olan üretim ilişkileriydi. Toplumun bütün üyeleri, maddî malların üretimine katılıyordu [sayfa 34] ve her üye, kendi yeteneğine göre hizmet görüyordu.
Her topluluk grubu, kendi belirli toprağında oturuyordu. Toprak ve toprağın zenginlikleri, başlıca emek aracını oluşturuyordu ve toprak, ortak olarak işletiliyordu, yani bütün topluluğa ait bulunuyordu.
Tarih-öncesi insanların tanınan tek eylemleri (bitkileri toplama ve avlanma), yalnızca bir tek toprak mülkiyeti biçimine yer veriyordu: ortaklaşa mülkiyet. Öte yandan, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, üretici güçlerin çok düşük düzeyde oluşunun, toplumun bütün çabalarının sürekli olarak, toplumun varlığı için vazgeçilmez olan maddî malların üretimi üzerinde yoğunlaşmasını gerektirmesinden ileri geliyordu.
Tarih-öncesi insanlar, güçlerini, ortak duygularından ve toplu halde çalışmalarından alıyorlardı. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti - işte, ilkel topluluktaki üretim ilişkilerinin dayandığı temel budur.
Üretici güçler düzeyinin düşüklüğü, çalışmanın toplumsal niteliği, gene bunlar gibi üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti, karşılık olarak, maddî malların üleşilmesinde eşitliği gerektiriyordu. Toplum üyelerinin ortaklaşa çalışmaları ile elde edilen bütün ürün, üyeler arasında eşit olarak üleşiliyordu. Bu düzene karşı herhangi aykırı bir davranış, toplumun birçok üyelerinin ölümü demek olacaktı; çünkü elde edilen ürünler, ancak hayatî gereksinmeleri karşılamaya yetiyordu. Topluluğun üyelerinin hepsi, üretime eşit bir unvanla katılıyordu ve hepsi, gerek aletlerin, gerek emek ürünlerinin ortaklaşa sahibi idiler. Bu durum, ilkel toplulukta, üyeler arasında, koşullar ve servet bakımından herhangi bir eşitsizlik olmayışını ve toplumun toplumsal gruplara bölünmemiş oluşunu sağlıyordu.
İlkel topluluk, sınıfsız ve insanın insan tarafından sömürüsünün bulunmadığı bir toplumdu.

"İLKEL KOMÜNİZM" İLE KOMÜNİST TOPLUM
ARASINDAKİ TEMEL AYRIM 

Bazan, ilkel topluluk, karşılıklı olarak, "ilkel komünist toplum" ve bu toplumun bağrında yürürlükte olan üretim ilişkileri ise, ilkel komünizm olarak adlandırılır. Ama bu adlandırma, ilkel topluluğa, ancak insanın insan tarafından sömürülmesini, sınıflara bölünmeyi, özel mülkiyeti ve bir eşitsizliği tanımadığı ölçüde uygun düşer. O zaman, insanlar kadar üretici güçlerin gelişme düzeyinin de çok ilkel oluşu ve insanın emek üretkenliğinin çok düşük oluşu, bu ilkel komünizmi zorunlu kılıyordu. İnsanlar, doğa güçleri karşısında güçsüzdü ve hemen hemen yazgıları, tümüyle bu doğa güçlerine bağlıydı. Elde edilen maddî mallar, ancak (o da her zaman değil!) toplumun yaşamını sürdürebilmesini ve üyelerinin soyunu sürdürmesini sağlamaya yetiyordu.
Bu bakımdan komünist toplum, bu ilkel topluluğa taban tabana karşıttır. Komünizm, sınıfların bulunmadığı, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan, sınıfsız ve "herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesi kadar" ilkesinin gerçekleşeceği bir toplum düzenidir.

ANAERKİLLİK 
Üretici güçlerin gelişmesi, cinsiyete göre işbölümünü doğurmuştu. Yeni üretim aletlerinin yapılışı ile artık topluluğun yaşamını sürdürmek için yaptığı bütün ortak girişimlere: avlanmaya, bitkilerin toplanmasına, en gerekli eşyaların yapımına, bütün üyelerin katılmasını zorunlu kılmıyordu. Şimdi artık, klanın bir bölümü, belirli ürünleri herkese yetecek ölçüde sağlayabiliyor, toplumsal bakımdan yararlı faaliyetleri gösterebilmeleri amacıyla, öteki bir bölümü, serbest bırakabiliyordu. Böylece, üretici güçlerdeki ilerleme, bir ölçüde üretkenliği artırmıştı ki, toplum, daha şimdiden, kendisine gerekli olan maddî malların sağlanması [sayfa 36] için çalışmalarını bölebiliyordu. Kadınlar, giysiler, ev işlerinde kullanılan avadanlıklar yaparken, yenilebilir bitkileri devşirir ve yetiştirirken, ekip-biçer, yiyecekleri hazırlar ve benzeri işleri görürken, erkekler yalnız avla uğraşıyorlardı.
Kadınların ev işleriyle ilgili faaliyetleri bir dereceye dek güvenlik ve düzenli bir geçim kaynağı sunuyordu; oysa erkekler tarafından yürütülen avlanma işleri her zaman raslantıya bağlı kalıyor ve düzenli bir beslenmeyi güven altına alamıyordu. Bu, kadının, ekonomik yaşamda daha etkin bir rol oynamasını ve "klan"ın yönetimini üzerine almasını doğurdu.
Bu düzenin kurulmasında önemli payı olan bir başka etken de, kadının barınakta ya da bunun yakınlarında çalışıyor olmasıydı. Böylece kadın, ortak barınağın sahibesi görevini sürekli olarak yerine getiriyordu.
Yürürlükte olan ve yalnız çocuğun anasının kesinlikle bilinmesine olanak sağlayan grup evlenmesi, anakadının topluluk içindeki rolünü artırıyordu. Kadın, klanın atası sayılıyordu; kadın, ortak barınağın efendisi, hepsi birbirine anadan akraba olan bütün klan üyelerinin, çevresinde dolandıkları çekim merkezi idi. Her şey, anakadının toplumsal rolünü artırdı ve onun saygınlığını yükseltti. Anakadın, toplulukta, artık yönetici rolü oynuyordu. Bunun içindir ki, bu toplumsal örgütlenme biçimi, anaerkil gens ve bunun karşılığı olan düzen de anaerkil düzen adını aldı.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
İLKEL TOPLULUĞUN EN YÜKSEK AŞAMASI

1. İLKEL TOPLULUĞUN AÇILIP GENİŞLEMESİ ÇAĞINDA ÜRETİCİ GÜÇLER 


YENİ İŞ AVADANLIKLARININ BULUNUŞU 

MÖ 14-13. binyılları, üretici güçlerde bir ilerleme atılımının damgalarını taşır. Taştan avadanlıklar yetkinleşti. İnsanlar, saldırmalar, baltalar, mızrak uçları, nispeten hafif ve kullanışlı oklar yapmak üzere taşı delmeyi ve cilalamayı öğrendiler. Avadanlık ve aletlerin üretiminde, çeşitli maddeleri, birbiriyle birlikte kullanmaya, özellikle ağaçtan ve kemikten alet saplarına, çakmak taşından yapılma keskin ve dayanıklı baş ve ağızlar (lamlar) takmaya başlıyorlar. Bu şekilde, taştan savaş baltaları, bıçaklar, kamalar, sivriltilmiş keskin taş uçlu ve hafif ağaç saplı mızrak ve oklar gibi çeşitli silahlara sahip oluyorlar. O çağın en büyük buluşu, ok ile yay oldu. Tarih-öncesi insanların elinde [sayfa 38] ok ve yay, güçlü ve uzun menzilli bir silah oluşturuyordu. Artık insan, avını ya da düşmanını onlardan uzak bir mesafede durarak vurabiliyor, eğer ilk atışı hedefe ulaşmazsa, yalnızca ikinci bir ok atmak zahmetine katlanıyordu. Yayın bulunuşu, insanın, doğa güçlerine karşı savaşımını önemli bir şekilde kolaylaştırdı. Toplumsal faaliyetlerde avın önemi, birdenbire arttı. Yayın ortaya çıkışı, insanlara, yaşamak için her şeyi, yemek için et, giysi için hayvan postu, deri, silah ve aletler için hammadde (boynuz ve kemik) sağlıyordu.
Kemikten olta iğneleri, zıpkınlar ve ilk kabataslak ağlar gibi yeni buluşlardan yararlanılan balık avcılığının önemi de aynı ölçüde arttı.
Yeni aletlerin kullanılması, emek üretkenliğini hissedilir ölçüde artırdı. Artık insan her seferinde, ilk ağızda tüketimi için kendisine gerekli olandan biraz daha fazlasını üretmeye başlıyor. Avcılık ya da balıkçılık işi uygun gittiği zaman, ganimetinin bir kısmını, kötü günleri düşünerek bir kenara koyabiliyor. Toprak çömleğin ve ağaç küpün bulunuşu, besinlerin daha uzun zaman saklanması ve pişirilmesi olanağını sağlıyordu. Besinlerin pişirilmesi, onları, organizma tarafından daha kolay özümlenebilir hale getiriyor ve insanlığın besin kaynaklarını önemli bir şekilde genişletiyordu.
Bütün bunların yardımıyla, insanlar, aynı barınakta, daha uzun zaman kalabiliyorlardı. Onun için, ağaçtan, geçici olmayan konutlar, evler yapmaya başladılar. İnsanlık, yavaş yavaş, yerleşik yaşama geçmek üzere, göçebe yaşamını terkediyordu.

BİTKİ YETİŞTİRİLMESİ 
Emek üretkenliğinin artması, insanın, kendisini, daha uzun zaman ve daha sürekli çaba isteyen uğraşlara, yani (anma ve hayvan yetiştirmeye vermesini sağladı. Bu, ancak, [sayfa 39] emek üretkenliğinin, insanın evcilleştirdiği hayvanların ya da ektiği bitkilerin büyümesini beklerken, başka faaliyetlerinin ürünleri sayesinde ve birikmiş yedekleriyle yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak ölçüde gelişmesi halinde olanaklı olur.
Ama zamanla üretimin gelişmesi, coğrafî ortam değişikliklerine uyarak çeşitli yollar izler.
En eski zamanlardan beri, özellikle bitkilerin büyümesine elverişli bölgelerde yaşayan bazı kabileler, daha çok bitki toplamakla uğraşıyorlardı. Sonra, yavaş yavaş, bitki toplamaktan bitki ekimine geçtiler. En iyi bitkilerin tohumlarım seçip ayırarak, ektikleri toprağı kabartıp yumuşatarak ve bazı durumlarda çaprazlamaya başvurarak, bitki türlerini geliştirmeyi başarıyorlardı. Bitki toplamaktan, ilkel de olsa, bitki yetiştirilmesine geçiş, ancak, toprağın işlenmesi için özel olarak uyarlanmış aletler (ucu inceltilmiş ve ateşte sertleştirilmiş sopa ve çapalar) ve aynı zamanda uzun yılların bitki toplama deneyimi sayesinde olmuştur.
Toprağın işlenmesi, kadınlar, öteki bitki türlerinin saldırısına başarıyla karşıkoyan darıyı ekmeye başladıkları zaman, kendini gösterdi. İlk yetiştirilen bitkiler arasında arpa, çavdar, has buğday da yer alıyordu. İnsanlar, kabartılıp yumuşatılmış topraklar üzerinde bitkilerin daha iyi geliştiklerine dikkat ederek, toprağı özenle işlemeye başladılar; önce ucu sivriltilmiş basit sopalarla, sonra özel bir aletle, uzun bir sap ile ucundaki keskin bir taş kopuntusundan oluşturulan çapayla çalıştılar. Ürünü biçmek için, ağaç saplı, çakmak taşından, çok keskin ağızlı oraklar kullanılıyordu. Daha sonra, (özellikle Mezopotamya'da, İran'da, Orta Asya'nın güneyinde, Sovyet toprakları üzerinde Dinyester, Güney Bug ve Dinyeper havzasında) bitki yetiştirilmesi, kabilelerin çoğunluğunun başlıca geçim aracı haline geldi.
İlkel topluluk döneminde, daha o zaman, insan, bugün [sayfa 40] bilinen tarım bitkilerinin hemen hemen hepsinden yararlanıyordu. En eski zamanlardan beri bitki toplamakta olan Amerika Hintlileri, tarım ekonomisine geçtikten sonra, mısır ve patates tarımı gibi çok büyük önemi olan tarımları yarattılar.
Bitki yetiştirilmesine geçiş, insanların doğaya olan bağımlılığını azalttı; çünkü, emek üretkenliğinin daha yüksek oluşu, yiyecek yedekleri oluşturulmasına olanak sağlıyordu. Tarımım ortaya çıkışı ile insanın eylem alanı oldukça genişledi. İnsan yeni alışkanlıklar kazanıyor, deneyimini zenginleştiriyor, doğa yasalarını daha iyi tanımayı öğreniyor ve o zamana kadar bilinmeyen yeni aletler buluyor.

HAYVAN YETİŞTİRME 
Hemen hemen tarımın ilkel biçimleri ile birlikte hayvan yetiştirme de gelişmeye başladı. Bu yeni faaliyet, kökenini, hayvanları çevresi kapalı bir yere doğru sürmekten ibaret olan bir sürek avı yönteminin gelişmesinden alır.
Bu şekilde yakalanan hayvanlar hemen öldürülmüyor, ama et için hazır yedek olarak saklanıyordu. Başlangıçta, hayvanlar, ancak kısa bir süre saklanıyordu; ama daha sonra, ağıla kapama süresi, hayvanların tutsaklık halinde de çoğalmaya başlamalarına değin uzatıldı.
Hayvan yetiştirme, insanlığın evriminde büyük bir rol oynadı; çünkü av için pek elverişli olmayan mevsimlerde de, et elde etme olanağı sağlıyordu. Asya, Afrika ve Avrupa'nın ilk çobanları, hayvanlarını yalnız et, süt, post ve yün kaynağından ibaret görüyorlardı. İnsan tarafından evcilleştirilen ilk hayvan, köpek oldu. MÖ 6. ilâ 5. binyıllarında, inekler, koyunlar, keçiler ve domuzlar evcilleştirilmişti. Bu çağda, Mısır'da, Ön-Asya'da ve Orta-Asya'da, Hindistan'da, Çin'de ve Avrupa'da evcil hayvanlar yetiştiriliyordu. Daha sonra, rengeyiği ve Amerika'da lama evcilleştirildi.
Derece derece tarıma ve hayvan yetiştiriciliğine geçen [sayfa 41] kabileler yanında, tek uğraşları avcılık ve bitki devşirme olan başka kabileler de vardı. Bunlar, yaşamın özellikle çok çetin olduğu en kısır ülkelerde, yani Kuzey Amerika'nın büyük kısmında, Hindistan'ın güney bölgelerinde, Afrika'da, Çin-Hindi'nde vb. yaşıyordu. Bütün bu elverişsiz doğal koşullara karşın, üretici güçler ilerlemekten geri kalmadı. Yaylar, oklar, Avustralya'da atış silahı olarak kullanılan boomerang değneği geliştiriliyordu; av için her çeşit mekanik tuzaklar bulunuyor, hayvan postlarının, boynuz ve kemiklerin işlenmesinde geliştirilmiş yöntemler ortaya konuyordu.
İnsanlar, birçok yararlı bitkileri tanımayı öğrenmişlerdi ve bunları, gerek besleyici nitelikleri, gerek tıbbî özellikleri için topluyorlardı. Bazı bitkilerin liflerinden iplik ve ip örüyorlar, bunlardan da ağlar, kaba kumaşlar, torbalar yapıyorlardı.
Avcı kabileleri ve bitki toplayan kabileler, büyük ölçüde, daima doğa güçlerinin oyunları karşısında güçsüz kalıyorlardı. Ama onlar da, kendi yeni aletlerinden, deneyimlerinden ve çalışma alışkanlıklarından yavaş yavaş yararlandıkları gibi, komşu kabilelerin deneyim, teknik ve buluşlarından da yararlanarak, daha ilerlemiş ekonomi biçimlerine geçiyorlardı.

2. İLKEL TOPLULUĞUN EN YÜKSEK AŞAMASINDA
ÜRETİM İLİŞKİLERİ 


TOPLUMDA EKONOMİK BAĞLARIN VE ÜRETİM BAĞLARININ GÜÇLENMESİ 
Üretimdeki değişiklikler, insanların ortaklaşa örgütlenmelerinde dönüşümler oluşturdu. İnsanların, derece derece yerleşik yaşama geçişleri, yalnızca kan akrabalığına dayanan geleneksel bağları sıklaştırmakla kalmadı, daha yeni bağlar da yarattı. Üretim ve ekonomik ilişkiler arttı. [sayfa 42] Komşu klanlar, kendilerini, yabanıl hayvanlardan daha iyi sakınmak ve besin yedeklerini ve barınaklarını yabancıların talanından korumak için, birbirleriyle birleşmeye başladı. Klanlar arasında gittikçe güçlenen bu bağlar, kabilelerin, yani birçok klanı biraraya toplayan toplulukların oluşması sonucunu doğurdu.
Kabile bağlarının sağlamlaşması ile kabile mülkiyeli ortaya çıktı. Böylece, kabilenin oturduğu topraklar ve bu alanın kapsadığı zenginlikler, av alanları, balıkçılık bölgeleri, bütün kabilenin malı sayılıyordu. Kabile toprakları, akarsular, ormanlar, dağ ya da tepe zincirleri gibi, doğal sınırlarla birbirinden ayrılıyordu.
Klanların ve kabilelerin toplaşmaları, yeni tekniklerin yayılmasına büyük ölçüde katkıda bulunuyordu. Kabile birliğinin ortaya çıkışı ile kabile dilleri ve kabile uygarlıkları güçlenmeye başladı.
Daha geniş bir toplumsal örgütlenme biçimi olmakla birlikte, kabile, kendi içindeki kan akrabalığına dayanan gentes halinde bölünmeleri hâlâ koruyordu. Her klan, kendi iç sorunlarında büyük bir bağımsızlığa sahipti: avlandıkları alanların vb. mülkiyetini koruyordu. Böylece, daha geniş bir birliğin, yani kabilelerin doğuşu, ortak mülkiyeti genişletmekten başka bir şey yapmadı.
Aletlerin ve üretim araçlarının ortak mülkiyeti, üretici güçlerin mevcut gelişme düzeyine uygun düşüyordu. İlkel tarım ve hayvancılık, bir başka mülkiyet biçimi için sağlam temeller oluşturulması olanağını henüz sağlamıyordu; çünkü, toprağın o çağın ilkel üretim araçları (ağaç kesmek için taş balta, ağaçtan çapa, ucu ateşte sertleştirilmiş kazma-sopa) ile işlenmesi ve çitle çevrili yerlerde hayvancılık, bütün toplum üyelerinin çabalarının birleştirilmesini gerektiriyordu. Buna karşılık, ortak çalışma da, başlıca üretim araçları (ekilebilen topraklar, av alanları, barınaklar, tekneler vb.) üzerinde, ortak mülkiyetin devamını zorunlu [sayfa 43] kılıyordu. Ev ekonomisi, toplumsal özelliğini, aynı şekilde koruyordu:
bazı evlerde yüzlerce kişi olmak üzere, daima, ortak barınakta oturuluyordu.
Ama, insanlar arasındaki boy, güç vb. gibi bireysel farklılıklar yüzünden, bazı iş avadanlıkları zorunlu olarak, bazı kişilerin kişisel kullanımları için ayrıldı. Bununla birlikte, başlıca üretim araçları, daima topluluğun ortak mülkiyeti olarak kalıyordu.

KLAN VE KABİLENİN YÖNETİM SİSTEMİ 
Klanın ya da kabilenin bütün işleri, topluluğun bütün üyeleri tarafından seçilen şefler ya da şefler meclisleri tarafından düzenleniyordu. Bu şeflerin saygınlığı, yalnızca deneyim, avda beceriklilik, savaşçı cesaret, bilgi gibi bireysel niteliklerinden ileri geliyordu. Güç ve yetkileri babadan kalma değildi, yalnızca üyelerin oyuna dayanıyordu. Her an görevlerinden alınabilirlerdi. Servet bakımından, kabilenin öteki üyeleri ile hiç bir farkları yoktu.
Şu halde görülüyor ki, ilkel topluluk düzeninde, devlet işleyişini yakından ya da uzaktan anımsatan kurumlar yoktu ve topluluğun yönetimi, klan demokrasisi ilkesine göre, yani topluluğun (klan ya da kabilenin) bütün üyelerinin kamu işlerinin yürütülmesine eşit olarak katılması ilkesine göre gerçekleştirilmekteydi. Bu toplumsal örgütlenme biçimi, esas olarak, mevcut üretim ilişkilerine uygun düşüyordu. ;

SANATIN BAŞLAMASI 
Düşüncenin ilerlemesi ile, beynin, insanın gözü önünde bulunmasalar bile, nesnelerin ve görüngülerin betimlemesini yapabilme yetisi yetkinleşiyordu. İnsanların kendilerini çevreleyen dünyadan edindikleri algıları, duyuları, gerçek imgeler biçiminde anlatma yolundaki ilk denemelerini, beynin bu yetisiyle açıklamak gerekir.
Daha neanderthal çağından beri insanlar, çizgiler ve [sayfa 44] oymalarla, çiziklerle, ancak dış çizgileriyle, nesnelerin benzerlerini yapmayı denediler. Ama bu işin üstesinden gelebilmek için beyinleri henüz pek az gelişmişti, elleri de yeteri kadar becerikli değildi; bu, özellikle ellerinin altında bulunan kabataslak aletlerle daha da güçtü. Plastik yöntemlerle kendilerini kuşatan dünyadaki nesnelerin benzerlerini yaratabilmeleri için, çalışmanın, insanların örgenlerini (özellikle yüksek bir yetkinlik derecesine ulaşan ellerin) inceltmesini ve avadanlıkların çok iyileşmesini beklemek gerekir.
Bazı kaya ve taşların girintili çıkıntılı kenar çizgileri, tarih-öncesi sanatçılara, hayvanların siluetlerini anımsatıyordu ve bunları yontarak ve boyayarak, bu benzerliği daha da güçlendirmeye çalışıyorlardı. Daha sonra, insan siluetleri, hatta mağara duvarlarına, kayaların yüzeylerine, yaşamlarındaki bütün bu oluntuyu (épisode) anlatan komposizyonlar çizmeye başlıyorlar; bazan da bu şematik desenleri madenî renklerle canlandırıyorlardı. Bu kompozisyonlar, yabanıl hayvanları, av sahnelerini, kısaca insanın yaşamında karşılaştığı ve belleğinde kalan her şeyi, çok gerçekçi bir biçimde betimliyorlardı. Yapıtların konusu gibi yapılış biçimleri de, toplumsal yaşam tarafından koşullandırılıyordu, bir başka deyişle, tablolar, doğal çevrenin, insan tarafından ne ölçüde kavranıldığını yansıtıyordu.
Demek ki, sanat, böylece, başlangıcından beri, çevredeki sahnelerin ve nesnelerin özel bir biçimde benzerinin yapılmasından başka bir şey olmadı.
İlkel topluluk düzeni tam açılıp gelişme çağındayken, insan, nesnelerin ve doğa olaylarının vb. dış özelliklerini azçok doğru bir biçimde betimlemek yeteneğine ulaşmıştı. Ama onun bilgilerinin hepsi yüzeyseldi; henüz nesnelerin ve görüngülerin derin anlamını, birbirleriyle bağlantılarını, karşılıklı etkilerini anlayamıyordu. [sayfa 45]

DİNSEL BETİMLRMELERİN DOĞUŞU 
İnsan, çalışırken, doğayı gözönünde tutmak zorunda olduğunu görüyordu ve bu gözlemleri, onu, kendini çevreleyen dünyayı daha derin bir biçimde açıklamak için ilk denemelere girişmeye götürüyordu. Ama onun gücü, onun deneyimi gibi, doğa hakkındaki bilgileri de yetersizdi. İlkel insan, doğa olaylarının birbirleriyle bağlantılarını, ardarda gelişlerini, kendi yaşamı üzerindeki etkilerini anlayamıyordu. Kendi ilkel donatımı ile kendini, doğa afetleri karşısında güçsüz hissediyordu. Sel basmaları, yanardağ püskürmeleri, orman yangınları, kuraklıkları, açlıklar ve benzeri afetlerin patlak vermesi anında, bu güçsüzlük, doğanın yasaları konusundaki cılız bilgisi, onu, kendi kavrayışının dışında, gerçeksiz, imgesel güçlerin doğa olaylarını yönettiğini düşünmeye yöneltiyordu. Bu şekilde ortaya çıkan dinsel fikirler, bu güçsüzlük duygusundan ileri geliyordu ve beyinde, insanlığın yaşamını düzenleyen tamamen gerçek olan görüngülerin bozulmuş, yanlış ve imgesel bir yansısını oluşturuyordu.
Arkeolojik araştırmaların kanıtladığı gibi, dinsel betimlemeler ancak 50 ya da 40 bin yıldan beri vardır. İnsan, çok kez, kızgın yırtıcı hayvanların kaba kuvvetine karşı koyamadığı ve kendi yaşamı, avdaki talihine bağlı olduğu için, yabanıl hayvanlara doğaüstü nitelikler, özellikler yakıştırmaya koyuldu. Hayvanlarla kendisinin ortak atalardan geldiğini, hayvanın, kendisine etini feda ederek, kendisini yaşattığını düşünüyordu. Yaşamı ve ölümü açıklayamayan tarih-öncesi insan, hayvanların kemikleri saklandığı takdirde, bazı büyülerle onlara yeniden canlılık verebileceğini düşünüyordu.
Klanın atalarını ve koruyucu ruhlarını bazı hayvanlarda görme olayı, totemizm adını aldı. Daha sonra insanlar, yalnızca hayvanları değil, otları, ağaçları da, totem, yani [sayfa 46] klanlarının ataları ve koruyucuları olarak almaya başladılar. İnsan, yaşamını daha iyi güven altına almak, kendini yabanıl hayvanlardan korumak, avda talihli ve mutlu olabilmek için, kendi yarattığı totemin yardımını sağlamayı, büsbütün zorunlu bir şey sayıyordu. Dua ederek, yakararak, sungularda bulunarak, totemi övgülere boğarak, gönlünü almaya çalışıyordu. Yavaş yavaş, toteme bu sığmışlar, av büyüsü ya da gözbağcılığı denen çok kesin olarak belirlenmiş bir ayin usulüne göre yapılmaya başlandı.
Dinin en yaygın biçimlerinden biri animizmdi, yani maddî olmayan doğaüstü bir erk ve yetiye sahip güçlere (iyi ve kötü ruhlara, şeytanlara, tanrılara vb.) inanmaktı. Bu inanç, kökenlerini, insanın, maddî olmayan bir varlık yakıştırdığı, ama aynı zamanda da, insanlara özgü yetiler ve açıklanamaz bir güç yükleyerek, bir bakıma kendi kavrayışı içine çektiği doğa olaylarının gerçek ayırdedici özelliğini kavrayamamasından almaktadır. Böylece, gökgürültüsü, fırtına, orman, ırmak, doğaüstü varlıklar biçiminde (naiade - çeşme ve sular tanrıları; sylvain - orman ve tarlalar tanrıları) temsil edilmekteydiler. Ölümün ve yaşamın ruhsal ilkesine inanmak da, animizmden gelmektedir.
Doğaüstü inanç, her çeşit muskacılığı ve büyücülüğü ortaya çıkardı ve yaydı. Başlangıçta, savaşçıların dansları, savaşçıların savaşım içgüdülerini yapay olarak kışkırtmak, harekete geçirmekten başka bir amaç gütmüyordu; ama zamanla, etkilerini artırmaya yöneltilmiş birçok ayinle çapraşıklaştırılan bu danslara, büyülü bir değer yüklenildi. Başlangıçta, sevilen varlığın ilgisini kendi üzerine çekmekten başka bir şey olmayan aşk konusundaki büyüler, zamanla gizemli bir anlam kazandılar. Ensonu, tıbbî büyücülük de, etkinlikleri tartışma götürmeyen kan alma, tedavi edici menkular (haşlanmış bitki suları) kullanımı vb. gibi uygulamalardan ileri gelmektedir.
Ama büyü, eğer derinliğinde, insanın ruhları yardımına [sayfa 47] çağırma gücüne iman idiyse; fetişizm, büsbütün farklı bir din biçimiydi. Fetişizm, maddî nesnelere, doğaüstü bir güç yakıştırmaktan ibarettir. Demek oluyor ki, bu nesneler, insan üzerinde bir etkiye sahip sayılıyorlardı, şu halde onlara tapmak gerekiyordu. İnsanların nasıl ve niçin doğup öldüklerini anlayamayan Avustralyalılar ve başka halklar, yaşamın gizeminin küçük çakıl taşları ya da tahta parçaları içinde gizlendiğini ve bunların parçalanmasının, insanın hemen ölmesine neden olduğunu kabul ediyorlardı.
Ölümü kendi kendilerine açıklayamayan insanlar, ölüm karşısında boşinanlardan gelme bir dehşet duyuyorlardı; bu duygu, yaşarken topluluğun sıradan üyelerinin kendilerinden korkmuş oldukları büyük savaşçılar, şefler vb. gibi ölülerin kişiliği üzerine aktarıldı. Yığının hayalgücü, bu kişilerin bedenlerine, giderek imgelerine bile doğaüstü bir güç yüklüyorlardı. Daha sonra ölülerin ruhlarının oturdukları bir öteki dünya fikri ortaya çıktı. Doğaüstü güçlerin kayralarını kazanmak isteği, tanrılara sunulan kurbanlar, maddî armağanlar âdeti ile ifade edildi.
Görülüyor ki, ilk dinsel betimlemeler, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan doğdu. Dinler, bu güçsüzlük kompleksini sürdürmeye yardım ettiler; çünkü dinler, dünyanın bilimsel olarak tanınmasını engelliyorlar, insanı, doğa görüngülerinin gerçek incelenişinden uzaklaştırıyorlar, böylece insanın gelişmesini engelliyorlardı


BEŞİNCİ BÖLÜM

İLKEL TOPLULUĞUN PARÇALANIP DAĞILMASI


1. TUNÇ VE DEMİR DEVRİNDE ÜRETİCİ GÜÇLERİN İLERLEYİŞİ 

MADENSEL AVADANLIKLARIN BULUNUŞU 
Taştan yapılma avadanlıklar sürekli olarak yetkinleşmekle birlikte, emek üretkenliği son derece düşük olmakta devam ediyor. Toplumun üretici güçlerinin ileriye doğru gidişinde köklü bir değişiklik, ancak MÖ 5. ilâ 6. binyıllarında, madensel aletler yapılmaya başlandığı zaman, kendini gösterdi. Madensel aletlerin kullanılması, toplumun üretici güçlerinde genel bir ilerlemeye neden oldu, emek üretkenliğini hızla yükseltti ve, sonuç olarak da, üretim ilişkilerinde ve insanlığın bütün yaşam tarzında değişiklikleri zorunlu kıldı.
insanlar, avadanlıkları için hammaddeler ararken, taş balta vuruşları ile biçim verebildikleri bakırı buldular. Bakırdan [sayfa 49] baltalar, saldırmalar, ok ve mızrak başları yaptılar.
MÖ 6. binyıla doğru, Asya, Afrika ve Avrupa'da, avadanlıkların yapımı için yeni maddeler ve madenler kullanılmaya başlandı.
MÖ 4. binyılda, Afrika, Ön Asya ve Hindistan'da, ilk maden eritme, dökme yöntemleri uygulanmaya başlandığı zaman, madenlerin kullanılması daha da arttı. İnsan, alaşımları (özellikle bakır ve kalay alaşımını) öğrendi. Başlangıçta, madenler, çok az ve düşük nitelikteydi, ayrıca daha uzun bir zaman, insanlar, taş avadanlıklardan tamamıyla vazgeçemediler.
Bakır, tunç, daha sonra demirden aletlerin yardımıyla insan, taşı, tahtayı, kemiği ve boynuzu işleme sanatını yetkinleştirdi; şimdi artık madensel çapalar, oraklar, başka aletler ve kapkacak yapıyordu. Aynı çağa doğru ağaçtan büyük evler yapılmaya da başlandı.
İnsan, benzetmeye dayanan ilkel mekanizmaları, ellerinin yerine koymayı denedi. Böylelikle çömlekçi tornası (çıkrığı) ve ilkel dokuma tezgâhı icat edilmiş oldu. Bu ilk mekanizmalar, yalnız üretilen maddelerin niteliklerini iyileştirmekle kalmadı, insan emeğinin üretkenliğini de büyük ölçüde artırdı.

TOPRAĞIN İŞLENMESİNDE GELİŞME 
Madenden aletlerin kullanımının yaygınlaşması, toprağın işlenmesinde çok büyük bir rol oynadı. Bu, Mısır'da, Filistin'de, İran yaylasında, Irak'ın dağ eteklerinde, Orta Asya'nın güneyinde, büyük ölçüde uygulanmaktaydı; daha sonra, Batı Asya'ya, Hindistan'a, Çin'e, Küçük Asya'ya, Balkan Yarımadasına, Avrupa'nın ormanlık bölgelerine ve orman stepleri bölgelerine, Kafkasya'ya ve Afrika'ya da yayıldı.
Kurak ve sıcak iklimlerde, toprağın işlenmesi, ancak yağmurların sık olduğu bölgelerde ve akarsuların seller gibi [sayfa 50] bol aktığı dağ eteklerinde olanaklıydı. Buralarda, insanlar, suyu, tarlalarına getirmek için arklar kazmaya başladılar. Daha sonra, barajlar ve bentler kurarak suların düzeyinin yükseltilmesi ve ayrıca bu suların özel su haznelerinde, büyük kayalara yontulmuş bir çeşit sarnıçlar içinde saklanması öğrenildi. Toprağı sulama yönteminin ilerlemesi, bir yandan tarımın yeni bölgelere yayılmasına, işlenen toprak alanının artmasına yardım etti, öte yandan da ürünü farkedilir bir şekilde iyileştirdi. Artık, tarım, doğanın kararsızlığına gitikçe daha az bağlı oluyor ve tarımın insanlara sağladığı zahire miktarı, durmadan artıyordu.
Tarımda ilerleme, özellikle büyük nehirlerin geçtiği verimli vadilerde çabuk oldu; nehirlerin yıllık kabarmaları, tarlalara, bitki besinleri bakımından zengin balçık ve lös bırakıyordu. Aynı tarla, arka arkaya birkaç mevsim ekilebiliyordu. Çiftçilerin yapacakları şey, yalnızca, sulama kanalları açmaktı; nehirlerin kabarması sırasında biriken su, kurak mevsimde, bu kanallarla, tarlalara geliyordu. Daha az verimli ülkelerde, insan, sık sık tarla değiştirmek zorunda kalıyordu. Ormandan tarla açıyor, ağaçlardan kalan çotukları, kökleri temizliyor ve sonunda toprağı ekime hazırlıyordu. Bu bölgelerde, tarlalar, ancak verimliliklerini korudukları birkaç yıl boyunca kullanılabiliyordu. Toprağın verimden düşmesi, çiftçileri, başka topraklara geçmeye zorluyordu. Terkedilen tarlalar, yıllar boyunca yeniden ormanla kaplanıncaya değin, malaz (sürülmemiş, ot bürümüş Tarla) halinde kalıyordu. Bu tarım sistemine, yakılarak yanmış ormanda gezici tarım denir. Dünyanın pek çok bölgesine yayılmış bir sistemdi. Sulu tarım ya da yakılarak açılmış orman tarlasında gezici tarım, madenden aletleri gerektiriyordu. Başlıca alet, önce taştan, sonra madenden yapılmış çapaydı. Bu yüzden, bu çağın tarımına, çok kez, çapalı tarım denir. Uygun bölgelerde, tarım, gitgide çok gelişmiş bir düzeye ulaştı ve insanların başlıca uğraşı oldu.[sayfa 51]

HAYVANCILIKTA İLERLEME 
Doğal koşulların tarıma uygun olmadığı yerlerde, hayvan yetiştiriciliği gelişme gösterdi.
MÖ 5. ilâ 4. binyıllarına doğru subtropikal bölgenin birçok kabileleri, köpekten başka koyun, keçi, domuz, eşek, inek ve çeşitli antilop türlerini de evcilleştirmişlerdi. Sürü hayvanlarının yetiştirilmesi, avcılıktan daha çok ürün veren, daha üretken bir faaliyeti ve bu durum, kendilerini avcılığa vermiş olan step bölgelerindeki kabilelerin, gittikçe çoban kabileler haline dönüşmelerinin nedeni oldu. Bazı yerlerde hayvancılık, tarımdan daha üretkendi. Ve birçok kabile, kendilerini, yalnız hayvancılığa vererek, tarımı terekettiler. Kır kabileleri ya da çoban kabileler, özellikle et, süt, süt ürünleri, deri, yün vb. şeyler üretiyorlardı. Tarımcılar ise, tersine, oldukça önemli miktarlarda her çeşit tahıl, sebze ve meyve elde ediyorlardı.
Başlangıçta, hayvan yetiştiricisi kabileler, gezgin değillerdi ve otlak tümüyle tükenene değin aynı yerde oturuyorlardı. Buzulların gerilemesi sonunda, gittikçe sıklaşan kuraklıklar, özellikle Orta Asya'daki otlakları yoksullaştırıyordu. Kuzey Afrika ve Orta Asya bozkırlarını terkederek daha iyi alanlar aramak üzere yola çıkan çoban kabilelerin göçlerinin kökeninde, bu olay vardı. Bazan çoban kabileler, büyük nehirler havzasına yerleşiyor, ya tarıma geçerek ya da tarımla hayvancılığı birleştirerek yerli halk ile kanşıyorlardı. Başka yerlerde bunun tersi bir sürece raslanıyordu: tarımcılar, hayvan yetiştiricisi haline geçiyordu. Bu durum, çoban klan ve kabileleri ile tarım klan ve kabileleri arasında ilişkiler kurulmasında büyük bir rol oynadı, ama hayvan yetiştirici kabilelerin, klan topluluğu yığınından ayrılması genel olarak durmadı.
Tarımın ve hayvancılığın gelişmesi, insanlık tarihinde büyük bir ilerlemeydi. Zorlu bir çaba sürdürerek insanlar, [sayfa 52] yeni bitki türlerini ayırıp seçme ve kendilerine yeni hayvanların hizmetlerini sağlama durumuna geldiler. Şimdi artık maddî malları çok miktarda elde ediyorlardı. İlkel toplulukların emek üretkenliği, aynı zamanda, toplumun ileriye doğru genel gidişini belirleyerek, hızlı bir tempoya ulaşıyordu.


2. ÜRETİM İLİŞKİLERİNDE DEĞİŞİKLİK 

İLK TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ 
İnsanlığın tarımda ve hayvancılıkta uzmanlaşması, ilk toplumsal işbölümünü başlattı. Uzun bir pratik sonunda, çoban kabileler, uzmanlaşmanın ilerlemesi için zorunlu olan teknikleri, zamanla, oldukça geliştirdiler. Aynı zamanda üretkenlik arttı ve hayvan yetiştiricileri çok daha fazla ürün elde etmeye başladılar. Tarımcılar da kendi bakımlarından toprağın işlenmesini geliştirmişler ve ürünü iyileştirmişlerdi. Uzmanlaşma, üretkenliği oldukça yükselten aletlerin ve üretim araçlarının evrimine yardım ediyordu.
Çobanlar ile tarımcılar arasındaki ilişkiler, ayrıca, üretici güçlerin ilerlemesinde büyük rol oynadı. Çoban kabilelerin coğrafî yayılımı öyle oldu ki, antikçağ uygarlığının bütün bölgelerinde çoban kabileleri, tarımcıların yakınlarında yaşıyorlardı, bu durum da, buluşların ve iş deneyiminin değiş-tokuşuna katkıda bulunuyordu. Bu ilişkilerin, en başta, keçi, inek, eşek gibi hayvanların, tarımda çekim hayvanı olarak kullanılması sonucunu verdi. Kas gücü insanınkinden üstün olan çekim hayvanlarından yararlanılması, özellikle MÖ 3. binyıllarında Mezopotamya'da, ve İran aylasında ortaya çıkan ağaç karasaban gibi yeni aletlerin bulunuşuna ve yayılmasına olanak sağladı. Çeki hayvanlarının ve yeni avadanlıkların kullanılması, toprağın üretkenliğini daha da artırdı.
Demek ki, böylece, toplumun üretici güçlerinin yetkinleşmesinin [sayfa 53] ortaya çıkardığı ilk toplumsal işbölümü, üretimin ve emeğin üretkenliğinin genel ilerleyişine yardımcı oldu.

İKİNCİ TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ 
Daha sonra, üretici güçlerdeki gelişme, özellikle madenden aletlerin yapımı için çeşitli madenlerin, çok geniş bir biçimde kullanılması sonucunu doğurdu. MÖ 14. yüzyılda ortaya çıkan demir aletler, tarımda, kayda değer hızlı bir ilerleme sağladı. Demirden balta ve kürekler, baltalık ormanların açılmasını ve toprağın otlaklar ve ekim tarlaları olarak hazırlanmasını çok kolaylaştırdı, ve böylece işlenen alanlar çok genişledi. Eskiden tarımda başlıca alet olan çapa, giderek yerini demirli sabana bırakmaya başladı.
Toprağın daha iyi işlenmesi olanağını sağlayan avadanlıklar ve çeki hayvanlarının önemli bir ölçüde yayılması, çiftçi emeğinin üretkenliğini hissedilir bir biçimde artırdı.
Demirden ve başka madenlerden yeni avadanlıklar kullanılması, alet yapımında yararlanılan ağaç, taş, kemik ve başka madenlerin işlenmesinde ileriye doğru bir atılım yarattı. Öte yandan, madenden avadanlıklar, eski avadanlıkların gelişmesine yardım etti, bu da, çalışma alışkanlıklarının ve teknik yöntemlerin duraksamadan gelişmesini sağladı.
Dökümcülük ve maden işlenmesi, çömlekçilik ve başka yeni sanayiler, özel donatımları gerektiriyordu. Demirci ocağına, çömlekçi tornasına vb. gereksinme duyuluyordu.
Nispeten yüksek üretken, karmaşık aygıtların bulunuşu, bunun gibi madenlerin, en başta demirin üretimi, bu sanayileri öğrenmiş olan kişileri özel bir duruma getirdi. Üretici güçlerin ilerlemesi, insanların, üretimin şu ya da bu kolunda uzmanlaşmasını gerektiriyordu.
Böylece, topluluğun bağrında, zanaatçılar tabakası belirdi. Aslında, zanaatçıların çalışması, bireysel tüketim mallarının üretimine değil, bütün topluluk için gerekli iş avadanlıklarının [sayfa 54] ve başka eşyaların üretimine ayrılmıştı. Meslekî ilk zanaatsal faaliyetler, madenlerin eritilmesi, madensel eşyanın yapımı, çömlekçilik ve dokumacılık oldu.
Emeğin üretkenliğinin yükselmesi, böylece, ikinci toplumsal işbölümüne götürdü.
Üretici güçlerin gelişmesi, dolaysız tüketim mallarının üretimine, doğrudan doğruya katılmasa da, gene de toplum bakımından daha az gerekli olmayan bir işi görenler de dahil olmak üzere, topluluğun bütün üyelerinin gereksinmelerini karşılayabilmek olanağını sağladığı zaman, ancak o zaman, bu olay, yani ikinci toplumsal işbölümü gerçekleşebildi.

DEĞİŞİMİN ORTAYA ÇIKIŞI 
İlk toplumsal işbölümü, kabilelerin iki geniş grup halinde, hayvan yetiştiricileri ve çiftçiler olarak bölünmesi ile sonuçlandı. Öte yandan da, topluluklar arasındaki bağlan güçlendirme gereksinmesi kendini duyurdu. Çoban kabileler, şimdi, fazla miktarda hayvan, deri, yün, et ve benzeri hayvansal ürünleri ellerinde bulunduruyorlar, ama tahıl, sebze ve benzeri tarımsal ürünlere sahip bulunmuyorlardı. Tarımcı topluluklarda ise bunun tersi ortaya çıkıyordu. Ürünlerini birbirleriyle değişmek kabileler için zorunlu oldu.
İlk işbölümünden önce değişmeler daha çok raslansaldı. Ürünlerin tümü, topluluğun iç tüketimine ayrılmıştı. Yalnız raslantı sonucu fazla olan ürünler, değişime sunuluyordu. Bu ürünler, ortaklaşa elde edildiklerine ve onun için topluluğun tümüne ait olduklarına göre, değişimler de özel kişiler arasında değil, topluluklar arasında gerçekleştiriliyordu. Değişimle elde edilen ürünler de bütün toplumun malı oluyor, aynı şekilde, ortaklaşa elde edilen ürünler gibi bütün topluluk üyeleri arasında eşit paylarla üleştiriliyordu.
İkinci toplumsal işbölümü, değişimleri hızlandırdı, çünkü meslekten zanaatçılar, ürünlerinin büyük bir kısmını, [sayfa 55] topluluğun iç tüketimine değil, değişime ayırıyorlardı. Üretim geliştikçe, değişimler de ilerliyordu. Sürü hayvanları, daha sonra madenler, madensel avadanlıklar, süsler, vb., ilk değişim nesneleri oldular. Bu değişimlerle, nesneler, bir topluluktan ötekine geçiyor ve böylece geniş alanlar üzerinde yayılıyordu. Önceleri doğrudan trampa vardı, yani bir mal bir başka mal ile değişiliyordu. Ama, ilişkiler ve değişimler daha düzenli olduğu ölçüde, metaların değişimi, yani alım-satım ortaya çıktı. Böylece, genel eşdeğer bir karşılık kurulmaya, yani bütün nesneler, seçilen bir meta ile değişilmeye başlandı. Bu meta, bölgelere göre değişiyordu: bazı bölgelerde koyun, bazı bölgelerde tuz, bazı bölgelerde kürk. Daha sonra, değişim için genel eşdeğer olarak tek bir meta kabul edildi: para ortaya çıktı. Çeşitli madenler, az bulunur hayvan kabukları vb., para işini gördüler.
Değişim, üretici güçlerin ilerlemesiyle birlikte, giderek daha düzenli hale geliyordu; üretime sıkı sıkıya bağlıydı ve üretimin güçlü bir biçimde ilerlemesini etkiliyordu.

ATAERKİLLİK 
İlk toplumsal işbölümü, yalnızca üretici güçlerin ilerlemesinin yeni bir dönemi olmadı; aynı zamanda ilkel topluluğun toplumsal yapısı üzerinde de önemli etkileri oldu. Çoban kabileler, bu anlamda, ilk örnekleri verdiler.
Avcılık, hayvancılık, gene eskisi gibi, erkeklere özgü bir uğraştı. Çoban kabilelerin ekonomisinde erkeklerin rolü artmış ve erkeklerin çalışması, yavaş yavaş, topluluk için maddî malların en başta gelen kaynağı olmuştu. Bu olgu, anaerkilliğin yerini, ataerkilliğin almasına yolaçtı. Tarımla uğraşan kabilelerde, bu değişiklik, daha sonra ve çok daha yavaş oldu. Ama orada da, erkek işinin rolü ve bununla birlikte erkeklerin topluluk içindeki önemi arttı. Tarım, ekonominin temelini oluşturduğu zaman da, topluluğun, tarlaların işlenmesiyle görevlendirdiği üyeleri, daha güçlü olan [sayfa 56] erkekler oldu. Yavaş yavaş, başlıca emek-gücünü erkekler sağladı ve onların emeği, artık ortak maddî gönençte belirleyici bir rol oynuyordu. Çeki hayvanlarından yararlanılması da, kendi payına, erkeğin tarımdaki önemini hissedilir bir biçimde artırdı. Toprağın büyük kas gücü gerektiren sabanla sürülüp bellenmesindeki gelişme ile birlikte, tarım, tümüyle erkeklere özgü bir iş haline geldi.
Kadınların çalışması, artık gittikçe evin bakımı ve düzeni içinde sınırlanıyordu ve daha önce topluluğun gönencinin başlıca öğesi olan kadın emeği, ikinci plana düşüyordu. Üretimde erkeğin rolünün önem kazanması ile birlikte, klan ve aile içindeki durumları da değişti: artık genel gönenç, erkek emeğine bağlıydı.
Erkek, yavaş yavaş aile reisi durumuna geçiyor ve klanın toplumsal yaşamında birinci rolü oynamaya başlıyor.
Ataerkilliğe dayanan toplumun başlangıç döneminde, her klan, tamamıyla anaerkil düzende olduğu gibi, oturduğu ve avlanma, tarım, hayvan yetiştirme için kullandığı toprakların ortaklaşa mülkiyetine sahipti. Klanın bütün üyeleri eşit haklara sahipti ve anlaşmazlıklar, klan genel meclisi toplantılarında sonuca bağlanıyordu. Klan başkanı, aralarında eşit olan ergin erkek ve kadınlar tarafından seçiliyordu. Başkanın elinde hiçbir baskı aracı bulunmuyordu, iktidarı, daha çok manevi bir iktidardı. Başkan, yeteneklerini, saygınlığını ve deneyimini kabul ettirdiği ölçüde, klan, onun görüşlerini hesaba katıyor ve kararlarına boyuneğiyordu. Savaş zamanında, klan, kendisine askerî bir şef seçiyordu, ki bu şefin gücü ve yetkisi de, aynı şekilde, saygınlığına ve deneyimine dayanıyordu. Askerî şef, klanın bütün güçlerini örgütlendirip düzene koymalı ve düşmana karşı yöneltmeliydi. Düşmanlığın bitip savaşın kesilmesi, aynı zamanda, şefin yetkesinin de son bulduğunu gösteriyordu. Bu düzen biçimi, klan demokrasisi -yani topluluğun kamu yararına bütün üyeleri tarafından yönetilmesi- adını alır.


3. İLKEL TOPLULUĞUN ÜRETİM İLİŞKİLERİNDE BUNALIM 

ARTI-ÜRÜNÜN ORTAYA ÇIKISI 
Emeğin üretkenliği gittikçe öyle bir düzeye erişmişti ki, toplumun üyeleri yalnız geçim araçlarının sağlanması ile kalmıyorlar, kendi beslenmeleri için gerek duymadıkları ürünler de elde ediyorlardı. Bu ürün fazlalığı, artı-ürün; ve bunu yaratmak için harcanan emek de, artı-emek adını alır.
O çağda, üretim son derece ilkel niteliğini koruyordu. Gereksinmeler, üretici ve ailesinin yaşaması için en zorunlu maddeleri kapsıyordu. İlkel insan, hemen hemen daima eksik besleniyordu, düzenli konutu yoktu ve giysileri çok ilkeldi.

ÜRÜNLERİN ÜLEŞTİRİLMESİNDE DEĞİŞİKLİKLER 
Toplumsal üretim düzeyinin, üreticilerin başlıca gereksinmelerini karşılamaya, giderek bir miktar artı-ürün elde etmeye yeter hale gelmesi ile birlikte, toplumun ilerleme yolu açılmış oldu.
Şimdi, artık, gerek topluluğun tümünün, gerek tek tek üyelerinin emek üretkenlikleri ve üretici güçleri, geçim araçlarının elde edilmesi için büyük topluluklar halinde bir araya toplanmalarını gerektirmiyordu.
Kalabalık ortaklık birliğinin bozulup dağılmasını çabuklaştıran başka bir olgu da, üretici güçlerdeki ilerlemenin, üretim araçlarının ve aletlerinin özelleşmesi yolunu izlemiş ve bunları bireyselleştirmiş olmasıdır. Bundan sonra, çalışmaların büyük kısmı, artık çok sayıda el emeği gerektirmiyordu. Klan üyeleri, çeşitli işlerle uğraşıyorlardı ve dolayısıyla, emeğin üretkenliği, üretimin bütün kesimlerinde aynı değildi: bazı üreticiler, ötekilerden daha iyi sonuç alıyorlardı. Bunun içindir ki, topluluğun şu ya da bu üyesinin emeği, birbirinden farklı olarak değerlendiriliyordu. Aynı şekilde, herbir üyenin rolü de, artık, ötekinin aynı değildi.
O andan başlayarak, toplulukta, eskiden geçerli olan ve topluluk üyelerinin herbirinin mal payının eşitliği ilkesini karşılayan, ürünün eşit olarak üleştirilmesi, artık üretici güçlerin ilerlemesinin gereklerine uygun düşmüyordu. Bunun için, topluluğa en yararlı olan, ötekilerden daha büyük bir pay alarak, üleştirmede değişiklikler yapıldığı görülüyor.
Şu halde, eşit üleştirme ilkesi sarsılmış bulunuyordu, ama ilk zamanlarda bu sistem, temelde, gene de tutundu; çünkü, başlıca ürünler, eşit paylar halinde dağıtılıyordu, ancak artı-ürünün üleştirilmesi, yapılan işin miktar ve değerine göre gerçekleştiriliyordu.
Emek ürünlerinin üleştirilmesini etkileyen değişiklikler, ilerici nitelikte pek önemli sonuçlar verdi; çünkü, en önemli ve en yeni ekonomik kesimleri uyarıp hızlandırdılar, aletlerin ve tekniklerin yetkinleşmesini kolaylaştırdılar ve bununla toplumun ilerlemesine katkıda bulundular.

YENİ ÜRETİCİ GÜÇLERLE ESKİ ÜRETİM İLİŞKİLERİ ARASINDA ÇELİŞKİLER 
Üretici güçler, zamanla, öyle bir ölçüde geliştiler ki, artık ortalama bir üretkenlikle çalışan topluluğun her üyesinin yaşaması için zorunlu olanı elde etmeye gücü yetiyordu. Yeni üretim teknikleri, özellikle toprağın sabanla sürülmesi ve yerin çapa ile çapalanması, her işlemi iyi bir şekilde yürütmek için birçok kişinin çabalarının birleştirilmesini gerektirmiyordu. Elbirliği ile ortaklaşa çalışmanın ekonomik temeli gitgide kayboluyordu. Yeni avadanlıklarla bütün üyelerin çabalarının zamandaşlığı, yani aynı zamanda hep birden işe koyulma, artık gerekli değildi. Hatta ortaklaşa çalışma, üretici güçlerin ulaştıkları düzeyle çelişki haline geldi; çünkü, ortaklaşa çalışma, yeni avadanlıkların kullanılmasını sınırlandırıyor ve insanların modası geçmiş aletlerin yardımı ile geleneksel ortaklaşa çalışmalarını gerektiriyordu. [sayfa 59]
Böylece, toplumun üretici güçlerindeki ilerleme yüzünden, bu güçler ile üretim ilişkileri arasındaki denge bozuldu. Ortaklaşacılık ve üretim araçlarının ortak mülkiyeti ile nitelendirilen eski üretim ilişkileri, üretici güçlerin ilerlemesine karşı yavaş yavaş bir engel haline geliyordu ve bunun için de, kaçınılmaz bir biçimde, yerini yeni üretim ilişkilerine bırakmalıydı.

ATAERKİL AİLE 
Üretimde bütün bu değişiklikler, bu kez, toplumsal yapıda olmak üzere başka değişiklikleri zorluyordu. Büyük klan topluluğu, gitgide sayı bakımdan daha zayıf başka bir toplum hücresine, yani yavaş yavaş bağımsız bir ekonomik birim olarak kendini gösteren ataerkil aileye yer hazırlıyor. Klan, artık, kapalı bir bütün değildir. Klanı sağlamlaştıran kan akrabalığı bağı, yerini, başka başka aileler arasında, edinilen başka bağlara bırakıyor. Aileler, aralarındaki akrabalık bağlarından çok, üretim ilişkileri ile bağlıydılar. Kan akrabalığına dayanan klan birliği, yerini, komşuluk ilişkilerine ve ortak ekonomik çıkarlara dayanan toprak birliğine bırakıyordu. ;

ÖZEL MÜLKİYETİN ORTAYA ÇIKIŞI 
Eski ilişkiler, toprak ortaklığına dayanan toplulukta, bir ölçüde zaten korunmuştu. Bu arada, tarım kabilelerinin başlıca üretici gücü olan toprak, daima ortaklaşa mülkiyet sayılmıştı, ama her aile, kendisine ayrılan toprak parçasını ayrıca işler ve ayrı bir işletmeden yararlanır. Çoban kabilelerde, sürüler, yavaş yavaş aile mülkü haline geliyor. Ataerkil aileler, artık ortaklaşa üretime gitmeyip, kendi özel malları olarak kalan ürünleri, değişik miktarlarda üretmeye başlıyorlar. Özel mülkiyet, ilkin, sürü hayvanlarına, ev işlerinde kullanılan avadanlık ve kapkacağa ve bazı aletlere ve kişisel emek araçlarına kadar uzanıyor. [sayfa 60]
Toprak ortaklığına dayanan topluluk, gelecekteki dağılışının tohumlarını kendi içinde taşıyordu. Toprak, ortak mülkiyet olarak kaldığı halde, ailenin konutu, ailenin özel mülkü haline geliyor. Demek ki, özel mülkiyetin genişlemesi, ancak ortak malların zararına olanaklı olabilirdi.
Özel mülkiyetin gelişiyle birlikte, ailenin malları miras yoluyla ana-babadan çocuklara geçiyor, bu da topluluğun eskiden eşit olan üyeleri arasındaki servet eşitsizliğim derinleştiriyor.
Öte yandan, özel mülkiyetin yerleşmesi de, yeni bir değişim tipi yaratıyor: topluluğun kendi içinde, topluluğu oluşturan çeşitli aileler arasında değişim.
Demek ki, ilkel topluluğun üyeleri, geçimleri için gerekli bütün servetleri ortaklaşa ürettikleri sürece, özel mülkiyet olanaksızdı. Ama üretici güçlerin ilerlemesi ile birlikte, işbölümü, topluluğun birliğini parçaladığı ve topluluğun üyeleri, pazarda, değişime konulmuş maddeleri ayrı ayrı üretmeye başladıkları zaman, yeni bir kurumun, özel mülkiyetin ortaya çıktığı görüldü.
Komşuluk ilişkilerine dayanan topluluk, ortaklaşa mülkiyetten, özel mülkiyete dayalı başka bir toplum düzenine geçişin geçici bir formülü idi.

KÖLELİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
Emek üretkenliğinin artması, insan üzerindeki mülkiyeti, maddî malların doğrudan üreticisi üzerindeki mülkiyeti ortaya çıkardı. Her kişinin, her bireyin, ancak açlıktan ölmemek için en gerekli olanı üretebildiği zamanlarda, insanın insan tarafından sömürüsü olanaksızdır. Bu yüzden savaş tutsakları hemen her zaman öldürülmekteydiler; yalnız topluluk, insan sayısını artırmakta yarar görüyorsa, o zaman, tutsakları topluluğa "kabul ediyor" ve onlara, öteki üyelerle eşit haklar veriyordu. Ama emek üretkenliğindeki ilerleyiş, bu duruma son verdi; çünkü tutsak, şimdi, [sayfa 61] kendi tükettiğinden daha fazla maddî değer üretiyordu. Toplumun bir bölümü, toplumsal artı-ürün payından yararlanma hakkını elinden alıp, tutsağı çalışmaya zorlayarak, tutsak tarafından yaratılan ürünleri kendine maledebiliyordu, yani bir başka deyişle, tutsağın emeğini sömürebiliyordu. Onun için, artık savaş tutsakları öldürülmediler, köle haline, yani haklardan yoksun hale ve artı-ürün sağladıkları süre ve ölçüde, topluluğun kendilerine hoşgörü gösterdiği emekçiler kategorisi haline getirildiler. Kölenin çalışması, efendisine artık yarar sağlamaz hale geldiği anda, efendisi, onu, öldürmekte serbestti.
Emeğin artı-ürün sağladığı, ama bunu doğrudan üreticinin bedensel ve manevî tam çöküntüsü pahasına sağladığı o çağda, kölelik olağan bir olguydu.
Demek ki, böylece, ilkel topluluğun diğer temel ilkelerinden biri, yani topluluğun bütün üyelerinin ortaklaşa ve kardeşçesine çalışmaları, hükümsüz (kadük) bir hale geliyor. Özgür üreticilerin yanında, çalışması, kendi özgereksinmelerini karşılamayı değil, başkasının yararına bir artı-ürün yaratmayı amaçlayan bir köle emeğinin ortaya çıktığı görülüyor. Kölelerin emeği, bir zenginlik kaynağı haline geliyor.
Başlangıçta, köleler, topluluğa ya da ataerkil aileye aittiler. Ama zamanla, ileri gelenler, hem topluluğun öteki mallarını, hem de kölelerini ele geçiriyorlar ve köleler, reislerin ve klan aristokrasisinin öteki temsilcilerinin özel mülkü haline geliyor. Köle emeğinin sömürülmesi, bu zümreyi zenginleştiriyor ve iktidarlarını daha güçlendiriyor.
Köleliğin kurumlaşması, insanın insan tarafından sömürüldüğü yeni bir tarih çağını başlattı. Bu, üretici güçlerin ilerlemesi için zorunlu ve tamamıyla olağan bir olgu oldu.
Aynı zamanda, üretim alet ve araçlarına da sahip bulunan efendiler için, kölelerin emeğinin maddî malları yaratması [sayfa 62] yanında, toplumda, bir başka maddî mallar yaratma kaynağı daha vardı. Bu, topluluğun sıradan üyelerinin emeğiydi, sahip bulundukları ilkel üretim alet ve araçları ile küçük özel ekonomilerini üretken kılan çiftçiler, çobanlar ve küçük zanaatçıların emeğiydi.

TOPLUMSAL SINIFLARIN ORTAYA ÇIKIŞI 
Önceleri üretim araç ve aletlerinin ortaklaşa mülkiyeti üzerine kurulu üretim ilişkileri biçiminden başka bir biçim tanımayan toplum, üretim araçları ve aletleri bakımından, durumlarındaki değişikliklere göre ortaya çıkan üç gruba bölünmeye başlıyor.
Bu gruplar, en başta, her çeşit mülkiyetten yoksun ve kendileri efendilerinin malı olan köleler, sonra, üretim alet ve araçlarını ellerinde bulundurdukları gibi aynı zamanda emeklerini sömürdükleri kölelerin de sahibi olan efendiler, ensonu, üretim alet ve araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan ve kendi küçük işletmelerinde üretim yapan topluluğun özgür üyeleri. Zamanla, bu küçük mülk sahiplerinin büyük çoğunluğunun ekonomileri yıkılıyor ve kendileri de köle haline geliyordu; çok küçük bir bölümü ise, tersine, zenginleşiyor ve kendileri de efendi ve köle sömürücüsü durumuna geçiyorlardı. Ama küçük mülk sahipleri, toplulukların içinde, her zaman bulunuyorlardı.
Artık, üretici güçlerin ilerlemesi, en kesin ve en son noktasında, üretim ilişkilerinin niteliği sorununa, üretim alet ve araçlarının kimin elinde bulunduğu sorununa gelip dayanıyordu. Ve işte toplum, insanlık tarihinde, ilk kez, üretim alet ve araçlarına sahip olanlar ile üretim araçlarına sahip olmayanlara göre, sınıflara bölündü.
Öte yandan, özel mülkiyet ve servet eşitsizliği de, toplum üyelerinin hakları ve buna dayanan yükümlülükleri üzerinde değişiklikler yaptı. Tarımcı toplulukların bütün işlerinin yönetimi, gerçekte, ileri gelenleri eline geçiyordu. [sayfa 63]
Yavaş yavaş zenginler ve nüfuzlu kimseler, topluluğun silahlı güçlerini de ellerine geçirdiler ve onları, topluluğun yararından çok kendi kişisel amaçları için, yeni zenginliklere elkoymak ve en başta yeni köleler, yani maddî değer üreticileri ele geçirmek için kullandılar. Servet eşitsizliğinin sonucunda, hukuksal eşitsizlik ortaya çıktı.
İlkel topluluk düzeni, son nefesini veriyordu. Topluluğun özgür üyelerinin emeği, artık toplum zenginliklerinin başlıca kaynağı değildi ve toplum, gelişmesinin yeni bir aşamasına giriyordu. Yeni toplumsal ve ekonomik ilişkiler kurulup yerleşmeye başlıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder