15 Ağustos 2014 Cuma

Feodal Toplum

FEODAL TOPLUM 

GİRİŞ


KÖLECİ DÜZENİN BAĞRINDA FEODAL ÖĞELERİN GELİŞMESİ 
Nasıl ki köleci ilişkiler, ilkel topluluğun bağrında ortaya çıktıysa, ilk feodal ilişkiler de kölelik düzeninin bağrında doğdular. Kolonluğun gelişmesi, köleci üretim biçiminin bunalımını haber veren bir belirtiydi.
Büyük toprak mülkiyeti, küçük köylü işletmelerinin hemen hepsini yutmuştu. Köleler ve kolonlar tarafından işlenen geniş malikâneler (domaines) daha şimdiden, gelecekteki yurtlukların (fiefs) önbiçimlerini gösteriyordu. 4. ve 5. yüzyılda, Roma İmparatorluğunun son döneminde, bu imparatorluğun çeşitli bölgeleri arasındaki ekonomik ilişkiler yavaş yavaş zayıflıyor, siyasal bunalım yoğunlaşıyordu. Daha önce gördüğümüz gibi bu bunalımın en önemli belirtilerinden [sayfa 149] biri, Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı imparatorlukları olarak bölünmesi oldu.
Büyük toprak sahipleri, onların toprakları üzerinde çalışan kolonlar ve köleler, bulundukları yerde üretilen zahire ile yetiniyorlardı. Bu, kapalı ve doğal bir ekonomiydi.
Ama yeni üretim biçiminin öğeleri, serbestçe gelişememekteydi; çünkü köleci ilişkiler, bunların ilerlemesini engelliyordu.

ROMA İMPARATORLUĞUNDA DEVRİMCİ ALTÜST OLUŞ 
Yeni üretim ilişkilerinin öğeleri, kendi başlarına, kendilerini engelleyen üretim biçiminin zincirlerini kırabilecek güçte değillerdi. Feodal biçimlenmeye giden yolu tıkayan devlet ve üstyapının öteki öğeleri gibi, köleci biçimlenmeyi, yalnız devrimci bir altüst oluş yıkabilirdi.
Halk ayaklanmaları, Roma devletini sürekli olarak sarsıyordu. Halk yığınlarının ve boyunduruk altına alınan halkların devrimci eylemleri, Roma İmparatorluğunu adamakıllı sarsıyor; ama imparatorluğu kesin olarak devirmeye yetmiyordu. Ancak Cermenlerin ve Slavların istilâsı üzerine gelen ve onun etkisini artıran Roma toplumunun kendi bağrındaki sınıf savaşımı, Roma İmparatorluğunun düşüşü, köleci düzenin yıkılışı ve feodal ilişkilerin sağlamlaşması sonucuna vardı.

FEODALİTENİN DÖNEMLERE BÖLÜNÜŞÜ 
Feodalitenin başlangıçtaki biçimlenme dönemi, marksist tarihçiler tarafından ortaçağ kavramı ile özdeş tutulur. Bu döneme, aynı zamanda, yukarı-ortaçağ da denir.
Avrupa'da, bu dönem, aşağıyukarı, 5. yüzyılda başladı ve 11. yüzyılın başına değin sürdü; Asya'da, 3. yüzyılda (Çin'de), 4. ve 5. yüzyıllarda (Hindistan'da), 7. yüzyılda (Arabistan'da) başladı; 8. yüzyılda (Çin'de) son buldu, ama Asya kıtasının öteki ülkelerinin çoğunda 11. ve 12. yüzyıllara [sayfa 150] değin sürdü.
Feodal ilişkiler tarihinde ikinci dönem, feodalitenin açılıp gelişmesi dönemidir. Bu, aynı zamanda, zanaatlarla tarımın ikinci kez birbirinden ayrılmaları dönemi; kentlerin, ticaret ve zanaatçılığın ocağı olarak kuruluşu dönemidir. Avrupa'da, bu dönem, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla değin sürer; Asya ve Kuzey Afrika'da ise, 9. yüzyıldan 15. yüzyıla uzanır.
Feodalitenin üçüncü dönemi, feodal ilişkilerin gittikçe açılıp parçalanması ve kapitalist ilişkilerin ortaya çıkışı ile kendini gösterir. Bu döneme aşağı-ortaçağ denir. Avrupa'daki bu dönem, 15. yüzyıldan, 17. yüzyıla değin uzanmıştır.
Avrupa sömürgeciliğinin genişlemesi, feodal ilişkilerin a ve Afrika'da çok uzun zaman daha yaşamlarını sağladı. Ama, bütünü ile, 17. yüzyılın ilk yarısı, feodalitenin sonu ve kapitalizmin başlangıcı sayıldı. 


BİRİNCİ BÖLÜM 
FEODAL İLİŞKİLERİN KURULUŞ DÖNEMİ
(YUKARI-ORTAÇAĞ)

1. BATI AVRUPA'NIN FEODALLEŞMESİ 

Feodal ilişkilerin olgunlaşması ile, köylülerin ve zanaatçıların emeğinin ürünlerini kendine maletmenin aracı olarak, toprak rantının özel koşulları gibi, üretim biçiminin kendine özgü olan ana çizgileri, özellikle toprak mülkiyetinin karakteristik biçimleri belginlik kazanıyor.

ESKİ CERMENLER VE SLAVLAR 
Parçalanmış Roma İmparatorluğunda cereyan etmekte olan ve eski Cermenlerde ve Slavlarda ortaya çıkan süreçlerin sentezi, Batı Avrupa'da, feodal ilişkilerin biçimlenmesinin temelini oluşturur.
Köleci Roma İmparatorluğu ile olan ilişkileri sonucunda [sayfa 152] Cermenlerde ve Slavlarda, feodal ilişkiler, doğrudan doğruya ilkel topluluktan doğmuştur. Bu halklardan birinde olduğu gibi ötekinde de, sınıflara bölünme, daha Roma İmparatorluğunun gerileme döneminde başlamıştı. Ama sınıflar, ancak en ilkel, ataerkil biçimleri ile vardılar.
Eski Cermenlerde ve Slavlarda kölelerin ve savaş tutsaklarının durumu, Roma kolonlarınınkine yaklaşıyordu. Bir parça toprak alabiliyorlar ve senyöre, aynî olarak hayvan, buğday vb. ödeyerek, kendi küçük işletmelerini kendileri yönetiyorlardı.
Milâttan sonra ilk yüzyıllarda, Cermenlerin ve Slavların dağılıp parçalanan ilkel toplulukları yerine, gitgide toprağa dayanan bir ilkel topluluk (Cermenlerde) mark geçiyordu. Toprak, ailenin özel mülkiyeti olmuştu. Daha sonraları toprağa dayanan topluluk dağılıp parçalandıkça, bireysel emeğin daha üretken olmasından ötürü, toprak da, gittikçe özel mülkiyet biçimine dönüşüyordu. Köleliğin egemen olduğu koşullarda, ağır sabanlar kullanılamıyordu. Kabile aristokrasisi, büyük malikâne ve hayvanları, kendi elinde tutuyordu. 5. ve 6. yüzyıllara doğru, özel mülkiyetin gelişmesi, büyük ölçülere vardı.
Roma toplumu ile sıkı ilişkiler kurulması, Cermenlerde ve Slavlarda sınıfların biçimlenmesi sürecinin hızlanmasına yardımcı oldu. Güney ve Batı Slavlarının çıkarları, her şeyden önce, Roma İmparatorluğunun çıkarları ile çatışıyordu Roma devleti ile olan ilişkilerinin tehlikeye düşmesi, kabilelerde, devletin gücünü yıkmak isteğini uyandırıyordu. Büyük baskınlar, istilâlar, Cermen ve Slav ve başka kabilelerin, Roma İmparatorluğu topraklarına göçü, imparatorluğun düşüşünde kesin bir rol oynadı.

FEODALLEŞME SÜRECİ 
Cermen kabileleri ve Slavları, Batı İmparatorluğuna ve Bizans'a akın yaptıkları zaman, köleler ve kolonlar kendilerini [sayfa 153] destekliyorlardı, çünkü fatihler, ezilen tabakaların koşullarını iyileştiren bir düzen kuruyorlardı. Cermenler en başta Romalı büyük toprak sahiplerinin topraklarına ve kölelerine elkoyarlardı. Kölelerin sömürülmesi, Cermenlerde, Romalılarda olduğundan çok daha az acımasızdı. Öte yandan, ilkel topluluğun törelerini ve yasalarını, kendileriyle birlikte getiriyorlar; ve bunları gittikleri yerlerdeki özgür köylülere de yayıyorlardı, ki ilkin onların durumu hafiflemiş oluyordu.
Bu töreler ve yasalar, çürümekte olan köleci düzenin bağrında doğan ve yeni feodal ilişkilerin kurulmasına yardım eden feodal öğelerle birleşiyordu; bu da, yeni feodal ilişkilerin kurulmasını çabuklaştırıyordu. Cermen fatihleri, Roma İmparatorluğuna özgü üretici güçlerin daha yüksek olan gelişme düzeyini kabul ettiler. Sayı bakımından (eski Roma topraklarındaki nüfusa oranla) zayıf olduklarına göre, derin bir biçimde kök salmış olan toprak mülkiyeti statüsüne dokunmamak zorundaydılar. Ama, aynı zamanda, yaşlanıp takattan düşmüş bir Roma toplumuna yeni güçler aşıladılar ve üretime yeni bir atılım ve hızlanış damgası vurdular. Romalı büyük mülk sahipleri, gitgide Cermen aristokrasisi ile karışıyor, böylece türdeş bir egemen sınıf oluşturuyordu.
Slavlar da, Bizans topraklarının bir parçası üzerinde, feodal öğeleri içinde taşıyan bir dizi devlet kurdular, bununla feodal ilişkilerin gelişmesine yardımcı oldular.

FRANK DEVLETİNDE ÖZEL TOPRAK MÜLKİYETİNİN GELİŞMESİ 
Frank krallığı, yukarı-ortaçağın feodal toplumunun en klasik bir örneğidir.
4. yüzyılda, Franklar toplumunun başlıca, ama türdeş yığınını, özgür köylüler oluşturuyordu. Zengin köylüler, küçük ve orta feodaller haline dönüşerek, topluluktan ayrılıyorlardı. [sayfa 154]
6. ve 7. yüzyıllar arasında, Frank topluluğunda, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi sonucunda, önce özel mülkiyet olan toprak, serbest ferağ (alım-satım vb.) konusu oluyordu. Toprak mülkiyetinin bu serbest ferağına "alleu" denirdi. Alleu'nün, yani meta haline gelmiş toprak mülkiyetinin ortaya çıkışı, toprak mülkiyetinde eşitsizliğin nedeni oldu, bu da, büyük mülklerin gelişmesine ortam hazırladı.

KÖYLÜLER VE KÖLELER
Köleler, kral ailesinin ve büyük toprak sahiplerinin topraklarını işliyorlardı. Ama bu köleler, Roma İmparatorluğunun köleleri gibi değillerdi. Bunların önemli bir bölümü bir parça toprağa sahip olabiliyor ve işletmeyi tam bağımsız olarak, yalnızca belirli bir yükümlülük ödemek suretiyle kendisi yönetiyordu. Ama bu kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Bir kölenin öldürülmesi, para cezası ile cezalandırılıyordu. Savaş ve ödenmeyen borçlar, köle sağlayan büyük kaynaklardı.
Kölelerin yanında yarı-özgür insanlar, litler (eski kolonlar bunlar arasındaydı) ve azat edilmiş köleler de çalıştırılıyordu. Litlerin de, azat edilmiş kölelerin de, birer parça toprağı vardı, haraç ödüyorlardı ve geleneksel yükümlülüklerini yerine getiriyorlardı. Kökeni bakımından Frank olmayan bütün özgür insanlar (Romalılar ve ötekiler) gibi, litler de, haklardan yoksundular. Bir litin, ya da bir Romalının öldürülmesi halinde, kurtulmalık (wergeld) (100 solid), özgür bir Frank'ın öldürülmesinde ödenmesi gerekenden (200 solid) iki kez daha azdı. Yavaş yavaş, bağımlı köylüler sınıfı oluşuyordu.

PRECES SİSTEMİ
Bazı toprak sahipleri, özellikle de büyük toprak sahipleri, 5. ve 6. yüzyıllarda, topraklarının bir bölümünü küçük tarlalar halinde, yoksul köylülere vermeye başladılar. Eline [sayfa 155] geçen bir tarla için köylü, bu toprağın sahibine, ürünün bir kısmını veriyor ve onun hesabına belirli bir iş görüyordu. Bu tarla, bazan belirsiz bir süre için veriliyordu; ama zamanla bu, belirli bir süre ile, özellikle elinde bulunduranın yaşam süresi ile sınırlandırıldı. Bazan da toprağın tasarruf hakkı, babadan oğula geçebiliyordu: işte bu preces idi.
8. ve 9. yüzyıllara doğru preces biçimleri çoğaldı. Yoksul düşmüş olan ve büyük mülk sahipleri tarafından ezilen köylü, kendi tarlasını, bu büyük mülk sahiplerinden birine vermek zorunda kalıyor ve bu toprak, senyörün mülkü oluyordu. Sonra, senyör, toprağı köylüye veriyordu, ama mülkiyetini değil, ya yaşamı boyunca ya da babadan oğula geçmek üzere tasarruf hakkını. Köylü, buna karşılık, ürünün bir kısmını senyöre veriyor, bazı angaryaları yerine getiriyordu ve senyör de karşılık olarak köylüyü öteki büyük toprak sahiplerine karşı korumayı üzerine alıyordu. Böylece, köylü, daha önce mülkü olan topraktan daha büyük bir toprağı da işleyebiliyordu. Bu yolla, büyük toprak sahipleri ve bunlar arasındaki kilise (5. yüzyılın sonunda Franklar hıristiyanlığı kabul etmişlerdi) el emeğini, henüz işlenmemiş topraklar üzerine çekiyorlardı.

GEDİK (BÉNÉFİCE)
Feodal düzenin ilerlemesi, daha sonra, 8. yüzyılda, toprağa ait ilişkilerdeki özgün bir altüst oluş ile koşullandırılmıştır.
Toprak, artık özel mülk olarak verilmiyordu; egemen sınıfın temsilcileri, ancak kendi topraklarında silah altına alınan birliklerin başında kralın ordusunda hizmet etmeleri koşuluyla, malikâne ya da yurtluk denilen topraklara sahip olabiliyorlardı. Mülkiyetin bu koşullu biçimine, gedik (ayrıcalık olarak verilen toprak, bénéfice) deniliyordu. Gedikler, miras konusu (kalıtsal) olmuyor, ancak yaşam boyunca veriliyordu. [sayfa 156] Eğer kendisine gedik verilen kimse, askerî görevlerini yerine getirmezse, toprak her an için elinden alınabiliyordu. Gedikten yararlanan kimsenin ölümünden sonra, yararlandığı yurtluk, krala ya da onun vârislerine geçiyordu.

FEODAL SİSTEMİN (FRANC-ALLEU) KURULUŞU
VASALLIK

Bu sistem, 9. ve 10. yüzyıllar boyunca yeni değişikliklere uğradı. Askerî gedik, kalıtsal bir nitelik kazandı ve franc-alleu denilen biçime dönüştü,
Bu franc-alleu sistemi, ayrılmaz bir şekilde vasallığa bağlı idi: bütün toprak sahipleri, daha güçlü bir senyör, yani metbu karşısında bağımlılığını kabul etmek ve kendisini, onun vasalı ilân etmek zorundaydı. Vasal, senyöründen bir yurtluk alıyor ve silahlarını onun hizmetine koymak zorunda bulunuyordu.
Başlangıçta, vasallık ilişkilerinin kuruluşu, bir özel hukukla ilgili bir sözleşmeyi oluşturuyordu, ama 9. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, kral fermanları, zorunlu vasallığı ilân ettiler.
Böylece, feodalitenin siyasal yapısının çok karakteristik olan hiyerarşik düzeni çiziliyor. En yukarda kraldan başka bir metbu tanımayan feodaller bulunuyordu. Sonra daha az önemli olan senyörler geliyorlardı, ve ensonu bu sömürü zincirlerinin en son halkalarının, daha sonra şövalyeler adını alan küçük soyluların temsilcileri oluşturuyordu.

FEODAL TOPLUMUN ÜRETİCİ GÜÇLERİ
Ele aldığımız bu dönemde, yeni üretim ilişkileri, feodalitenin belirleyici çizgilerinden sözetmeye izin verecek bir düzeye ulaştılar.
Sabanlar (ağır ve hafif sabanlar) gibi bazı başka tarım aletlerinin de yayılması, demir işlerinin yetkinleşmesinin gerekli sonucuydu. Bu olgu, tarımda üretkenliğin artmasına [sayfa 157] yardım etti: üç yıl süreli almaşık ekim giderek yayılıyordu, bağlar genişliyordu. Bağların genişlemesi, üzüm sıkmacının yetkinleşmesine yolaçtı. Başka yeni tesisler, özellikle yel değirmenleri ortaya çıktı. Kölelik zamanından kalan su değirmeni, kanatlı çark eklenerek yetkinleştirildi.
Ama, yadsınamayan bu ilerlemelere karşın, bu dönemde, feodal üretimin ayırıcı özelliği, görenek ve teknikte durgunluktu. Bu durum, aslında, evriminin bütün aşamalarında, feodal ekonomi için, azçok doğrudur.
Yukarı-ortaçağda, üretici güçler çok yavaş gelişiyordu. Toprağı dinlendirme ve iki yıllık almaşık ekim sistemi, giderek üç yıllık almaşık ekim sistemi ile değiştiriliyordu. Çift sürmek için demirli sabandan yararlanılıyordu, ama toprağı tapanlama ve sürgü çekme için, köylüler, genellikle toprak üzerinde sürüklenen tahta bir merdane kullanıyorlardı. Harman, tahtadan bir harman döveci ya da yalnızca sopa yardımıyla yapılıyordu. Toprağın verimini artırmak için gübre kullanılmıyordu. Bu yüzden verim çok düşüktü.
Bu teknik durum, küçük köylü üretiminin (daha sonra zanaat üretiminin) ağır basmasından ileri geliyordu.

FEODALİTEDE ÜRETİM İLİŞKİLERİ VE MÜLKİYET 
Üretici güçlerin gelişme düzeyi, feodal üretim ilişkilerinin niteliğini belirliyordu.
Bu ilişkileri tahlil edebilmek için, üretim araçları mülkiyetinin egemen biçimini, bu mülkiyetin gerçekleşmesinin özel koşullarını, (yani ürünlerin üleştirilmesi yöntemlerini) ve ensonu farklı toplumsal grupların ve sınıfların durumunu (ki bu, üretim ilişkileri etkenine bağlıdır), bu sınıf ve grupların üretimdeki karşılıklı ilişkilerini saptamak gerekir.
Bu çağın en başta gelen üretim aracı, toprak, yalnız senyörlerin elindeydi. Özgür köylüler tarafından işlenen parçalar ancak seyrek raslanan bir istisna oluşturuyorlardı. [sayfa 158]
Senyörler, mülk sahipliği haklarını iki biçimde gerçekleştiriyorlardı. Başlangıçta topraklar üç kategoriye ayrılmıştı: ev ve eklentileri ile sebze yetiştirilen küçük bahçe, köylüye aitti. Ekilebilir topraklar, topluluğa ait mülk sayılıyordu, ama onları durmadan bölüştürüp duruyorlardı. Ormanlar, otlaklar vb. topluluğa aitti ve topluluğun bölünmez mülkü idi.
Bu alt bölünme, bir ölçüde, feodal düzenin billurlaşmasına kadar sürdü. Ama o zaman, ekilebilir toprakların çoğu, senyörün adamlarının doğrudan doğruya denetimi altındaydı. Bu topraklar, malikâne denen şeyi oluşturuyordu. Bu, sendirler için toprak üzerindeki tekellerini değerlendirmelerinin ilk biçimiydi; öteki biçim, azçok bağımsız olarak yararlandıkları tarlaları (manses), köylülere, pay olarak dağıtmaktan ibaretti. Ormanlar, otlaklar ve sular senyöre ait mallardı. Ama köylülerin de, topluluğun üyeleri olarak, bunlar üzerinde hayvanları otlatmak, balık avlamak vb. hakları vardı.
Yüzyıllar boyunca, köylüler, kendi çıkarlarını savunan özgün bir kamu örgütlenmesi biçiminde, topluluk kalıntılarını korudular.
Toprak, üretim konusu olduğuna göre, toprağı işlemek, sonra da ürünü kaldırmak zorunlu idi. O halde, topraktan başka tarım aletlerine ve aynı şekilde atlara ve başka hayvanlara sahip olmak gerekiyordu. Bütün bunlar, aletleri ve hayvanları bazı koşullarla köylüye ödünç veren senyöre aitti. Üretim araçlarının bir bölümü, köylülerin özel mülkü olmuştu.

SÖMÜRÜNÜN DOĞAL NİTELİĞİ

Köylü emeğinin iki sömürü tarzı küçük üretimin yaygınlığını belirliyordu. Dolayısıyla, üretici güçlerin bölünüp parçalanmış olması ekonominin ilerlemesine engel oluyordu. Tarım işletmesi, doğal bir nitelikteydi.
Bu genel çizgi, belirli bir ölçüde, bütün feodal çağa damgasını [sayfa 159] vurdu, ama yukarı-ortaçağ için özellikle belirleyiciydi. Yurtlukta üretim, yalnız nesnel bir amaç güdüyordu: kiliseye bağlı ya da kiliseden bağımsız senyörün ve çevresinin gereksinmelerini karşılamak; tahta ait topraklarda ise kralın ve maiyetinin gereksinmelerini karşılamak. Kölelik çağında ekonomik çöküşün sonunda, tarımdan ayrılan zanaatlar, Roma İmparatorluğunun düşüşü sırasında, yeniden tarımla kaynaştılar. Senyörün ve köylülerin zanaat mallarına olan gereksinmeleri, yerel üretimle karşılanıyordu. Feodal işletmede, üretilen her şey, birkaç istisna dışında, kendi yöresinde tüketiliyordu.

GEREKLİ ÜRÜN VE ARTI-ÜRÜN 
Feodal işletmede, üretilen her şey, köylü emeğinin sonucu idi. Bu ürün, üç kısma ayrılabilir:
a) Senyörün kendine maledindiği kısım;
b) Köylünün ve ailesinin geçimi için gerekli olan kısım;
c) Emek üretkenliğinin yükselmesi sonucunda, beslenmek için gerekli asgarî miktardan fazla olarak, köylünün elde edebildiği ortak ürünün bir kısmı.
Son iki kısım, gerekli-ürünü, birinci kısım ise artı-ürünü oluşturuyordu. Şu halde köylü emeği de, gerekli-emek ve artı-emek olarak ikiye bölünebilir.
Ek-emek hacminin gerekli-emek hacmine oranı, sömürünün derecesini oluşturur. Emeği ile, köylü, yalnız kendi gücünü değil, aynı zamanda ailesinin gücünü de yeniler. Sömürünün yeniden üretilmesinin giderleri de doğrudan üreticilerin üzerine biner; yani bu giderler, gerekli-ürünün zararına olarak karşılanır. Bu giderlerin ancak bir bölümü artı-üründen sağlanır. Köylülerin (daha sonra zanaatçıların) yaşam koşullan öyleydi ki, genel kural, olarak, yeniden ekmek ve senyöre olan yükümlülüklerini ödemek için, kendileri gerekli zahireden yoksun kalıyorlardı. [sayfa 160]

TOPRAK MÜLKİYETİNİN UYGULAMA BİÇİMİ OLARAK
FEODAL RANT 

Senyörün kendine maledindiği artı-ürün, feodal rantı oluşturuyordu. Bu, feodallerin toprak mülkiyeti üzerindeki tekellerinin uygulama biçimiydi.
Feodal çağda, tüm üretimin nesnel amacı, senyörlere rant ödenmesi idi. Bu istek, senyörün, ailesinin ve hizmetçilerinin kişisel gereksinmeleriyle sınırlıydı. Köylülerin (ve zanaatçıların) gereksinmelerinin karşılanması, senyör bakımından, üretimi sürdürmek ve işletmeyi yaşatabilmek için erekliydi.
Ana-babadan kalma feodal mal, rantın, egemen sınıf tarafından toplanmasına uyarlanmış bir düzenleme idi.
Feodallerin ve köylünün salt fizik gereksinmeleri, rantın ölçüsünü belirlemiyordu. Feodaller, sık sık, köylülerden en zorunlu şeyleri çekip alıyorlar ve onları yoksulluğa sürüklüyorlardı. Rantın büyüklüğü, belirli tarihsel nedenlere ve her şeyden önce feodaller ile köylüler arasındaki sınıf ilişkilerine bağlı bulunuyordu. Rant, coğrafî bölgelere ve çağlara göre değişiyordu.

FEODAL RANTIN GELİŞMESİ 
Feodal rant biçimleri, oldukları gibi kalmıyorlardı. Başlangıçta, köylü, zamanının en büyük bölümünü senyöre ait toprağın işlenmesine ayırmaya zorlanıyordu. Yükümlülüğün bu ödeme biçimi, angarya adını alıyordu. Köylüye yüklenen öteki angaryalar, müstahkem mevkilerin yapımı, ürünlerin taşınması, bazı zanaat işlerine katılma vb. idi.
Köylü emeğinin üretkenliği arttıkça ve tarım tekniğinin gelişme düzeyi yükseldikçe, senyörler, üretimin ağırlık merkezini, doğrudan doğruya köylü işletmelerine kaydırmayı daha kârlı buluyorlardı. Aynî olarak ödenen rant, aynî-rant, feodal rantın ikinci biçimi oldu.
Rantta, köylünün, kendisine kullanmak üzere toprak ve [sayfa 161] aletler veren senyöre ödediği bir çeşit ücret anlamı vardı. Bu ödemeye toprak yükümlülüğü (redevance - belli taksitlere bağlanan bir çeşit yükümlülük) deniyordu. Başka yükümlülükler arasında, otlak, balık avlama hakları vb. yer alıyordu, çünkü eskiden topluluğa ait olan çayırlar ve sular da, şimdi artık senyörlerin mülkleriydi. Bu olayları incelediğimiz Fransa'da, bu taksite bağlı yükümlülükler, sonraları, cens (senyörün kendisine verilen senyörlük vergisi) adını aldılar.
Yukarı-ortaçağda angarya, yükümlülük ödemenin en yaygın biçimi idi, aynî-rant ödeme bir istisna oluşturuyordu.
Kentlerin gelişmesi sonucu, rantın para olarak ödenmesi, birinci derecede önem kazandı. Şimdi artık senyör, kendi yurtluğunda üretilmeyen nesnelerle ilgileniyordu ve onları satınalmak için de serflerinden para sağlaması gerekiyordu.

EKONOMİ-DIŞI BASKI (CEBİR)
KİŞİSEL, HUKUKSAL VE YÖNETSEL BAĞIMLILIK 

Aynî ödenen rant çağında olduğu gibi, para ile ödenen rant çağında da, feodal rantın en büyük bölümü, toprak mülkiyetinden sağlanıyordu. Artı-ürün, henüz hukuksal ve yönetsel para cezaları gibi, soylu olmayan kimselerin senyöre olan bağımlılığının ifadesi olarak sürekli ödedikleri çeşitli vergilerden oluşuyordu. Kişisel bağımlılıktan gelme vergiler, (özellikle Fransa'da) baş vergisi biçimini alabiliyordu. Bazı ülkelerde, köylü evlendiği zaman, ilk gece hakkı senyörün oluyordu. Sonraları bu hakkın yerini, para ya da zahire olarak ödenen bir yükümlülük aldı. Köylü, kişisel bağımlılığının sonucu olarak, senyöre, miras hakkı üzerinden dolaysız bir vergi ödüyordu. Bazan, senyöre, en güzel hayvanını, bayramlık giysilerini ya da herhangi bir taşınır mal vermek zorundaydı. Ve ensonu, senyör, köylüye (evlenmesine, oturduğu evi değiştirmesine, kendi malından başkasına bağışta bulunmasına vb. izin vermek için), canı istediği gibi başka [sayfa 162] angaryalar ve para yükümlülükleri kabul ettirebiliyordu. Köylülerin kişisel, hukuksal ve yönetsel alanda katlan-11 idari bu bağımlılık durumu, senyörler için, yalnızca bir ek gelir kaynağı oluşturmuyordu. Bu kulluk-kölelik biçiminin derin fikri başka bir şeydi.
Toprak yükümlülükleri, köylülüğün ekonomik bağımlılık öğelerini kendi içinde taşıyordu. Ama köylüler, bir miktar toprağa ve kendi öz malları olan üretim aletlerine sahip oldukları zaman, ekonomi-dışı herhangi bir baskıya başvurmaksızın, emeklerinin en iyi meyvelerini onların elinden almak olanağı yoktu; başka bir deyişle, senyörün, köylünün şahsı üzerinde doğrudan doğruya bir yetkiye sahip olması gerekiyordu. Bu bağımlılık durumu, serflikten, hakların sınırlanmasına kadar giden çok değişik biçimler alabiliyordu.
Köylünün bağımlılığı, senyörün hukuksal ve yönetsel gücüne sıkı sıkıya bağlıydı.
Ekonomi-dışı baskı biçimleri, feodal üretim tarzının karakteristik yönlerinden birini oluşturuyordu.
Franklarda, köylünün kişisel bağımlılığı, köylü topraklarının ve topluluğa ait toprakların büyük mülk sahipleri tarafından kendi tekellerine geçirilişi ile birlikte gelişiyordu, Geçmişte özgür olan, yoksul düşmüş köylüler, güçlü komşularının himayesine girmek zorunda kalıyorlardı: yoksa, bu senyör savaşları ve akınları çağında, canlarını ve geri kalan mallarını korumayı umamazlardı. Bu himaye biçimi (ki onun ilk biçimleri daha Roma İmparatorluğunda ortaya çıkmıştı), patronat adını alıyordu, ve büyük toprak sahibinin himayesine girmeye ise kayırılma (recommandation) deniliyordu.

YUKARI-ORTAÇAĞDA DEVLET 
Köylülerin bağımlılık (özellikle kişisel, hukuksal ve yönetsel bağımlılık) biçimlerinin gelişmesi, feodal toplumun üstyapısının evrimine sıkıca bağlı bulunuyordu. Başlangıçta, yukarı-ortaçağın feodal hükümetlerinin (örneğin Frank [sayfa 163] devletinin ve öteki barbar krallıkların) ilk görevi, ele geçirilmiş topraklar üzerindeki köle ve kolonların hareketlerini bastırmak, İtalya ve öteki Roma eyaletleri halklarından haraç toplamaktı. Daha sonra, devlet, aynı zamanda, geçmişte özgür olan köylüleri elde tutmak ve uysallaştırmak görevini de üzerine aldı. Feodal devlet, büyük toprak sahiplerinin egemenliğini güçlendirmek olan başlıca görevini, gayretkeşlikle yerine getiriyordu.


YUKARI-ORTAÇAĞDA FRANKLARIN DEVLETİ 
Özellikle Franklar toplumunda ortaya çıkan siyasal düzen değişiklikleri, toplumsal ve ekonomik ilişkilerdeki değişikliklerle belirlenmişti. 5. yüzyılın sonlarına doğru, kabilelerin askerî şeflerinden seçilmiş olan iktidar, babadan oğula geçen krallık iktidarı biçimine dönüştü. Roma eyaletlerinin fethi, egemen sınıfın ve onun siyasal örgütü olan devletin güçlenmesini çabuklaştırdı. Halk arasından toplanan milislerin yerini, ilke olarak, büyük feodallerin sağladığı birliklerden oluşmuş ordu aldı.
Yüzer yüzer ya da birkaç yüzlüğü biraraya getiren kontluklar halindeki eski bölünme, toprak birimleri halindeki bölünmeyi içine aldı. Kontluk içindeki hukuksal ve yönetsel iktidar, kralın görevlisine, yani konta ait bulunuyordu; kont, kontluk sınırları içinde, mahkemenin verdiği her çeşit para cezasının üçte-birini kral adına topluyordu.
Ama ilk Frank kralları hanedanı Merovenjyenler zamanında, devlet yönetiminin bu oldukça esnek merkeziyetçiliği, büyük toprak sahiplerinin giderek artan gücü karşısında yıpranmaktaydı. Kral, belirli toprak alanları üzerinde bağışıklıklar tanıdı. Bu bağışıklıkları elde eden senyör, ayrıcalıklı bir durum sağlıyordu. Bağışıklık tanınan topraklar üzerinde (başlangıçta cinayet istisna olmak üzere) bütün hukuksal ve yönetsel yetki, senyöre geçti. Senyör, vergileri alıyor ve kendi toprağı üzerinde kurulan askerî birliklere komuta ediyordu. [sayfa 164]
Franklar devleti, kesin olarak, 8. ve 9. yüzyıllarda kuruldu. Devlet, parçalara ayrılma ve bazı büyük toprak sahiplerinin bağımsızlığı ile karakterize oluyordu. Bu özellikler, bütün Şarlman İmparatorluğu boyunca da (768-814) egemendi. İmparatorluk, Şarlman'ın ölümünden sonra gerilemeye başladı.

FEODAL TOPLUMUN TEMEL UZLAŞMAZ-KARŞITLIĞI 
Senyörlerin gelir kaynağı, doğrudan üreticilerin, yani köylülerin, daha sonra da zanaatçıların aşırı ölçüde sömürülmesiydi. Sömürü düzeyi durmadan yükselmeye doğru eğilim gösteriyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunun yazgısı, tamamıyla azınlık olan büyük toprak sahiplerinin elinde bulunuyordu. Bu, feodal toplumun temel uzlaşmaz-karşıtlığını belirliyordu.
Feodal toplumda, başlıca uzlaşmaz-karşıt sınıflar yanında, başka gruplar, örneğin zanaatçılar da vardı.
Tıpkı kölelik çağında olduğu gibi, feodalitenin çeşitli toplumsal sınıf ve gruplarının koşulları, çeşitli tabakaların ve belirli bir hukuksal duruma sahip olan kimselerden oluşan gruplaşmaların varlığı ile belirleniyordu. Bazı durumlarda, sınıf, kendi içinde, birçok katmanlara bölünüyordu (özellikle egemen sınıfta layik senyörlerle kiliseye bağlı senyörler birbirlerinden ayırdediliyordu). Bunun dışında, bir tek katman (örneğin soylular ve papazlar dışında kalan Fransız halk tabakası), daha sonra, sınıf halinde, ya da köylüler, zanaatçılar, tacirler, tefeciler gibi toplumsal tabakalar halinde billurlaşan birçok toplumsal tabakaları kucaklayabiliyordu.

YÜKARI-ORTAÇAĞ DÖNEMİNDE
KÖYLÜLERİN ANTİ-FEODAL SAVAŞIMI 

Frank köylü yığınlarının serfleştirilmesi yanında, amansız bir sınıf savaşımı da kendini gösterir. Bu sınıf savaşımı, firardan silahlı ayaklanmaya değin giden pek çeşitli biçimler alıyordu. [sayfa 165]
Bu kendiliğinden gelme ve birbirinden kopuk ayaklanmalar, kaçınılmaz olarak, başarısızlığa mahkûmdu. Ama halk yığınlarının sınıf savaşımı, senyörleri, yükümlülüklerini belirli düzeyde tutmaya zorluyordu; bu da, maddî malların doğrudan üreticilerini, sömürenlerin keyfî yönetimine karşı, biraz koruyordu.
Daha sonraları, yükümlülükler, daima, bu iki rakip sınıf arasındaki güçler oranına bağlı kaldı.
Feodal Frank toplumunun bütün siyasal düzenlenişi, bir tek amaca hizmet ediyordu; halk yığınlarını bağımlı durumda tutmak. Bazı durumlarda, büyük senyörler, isyan eden köylüleri kendi güçleri ile yenebiliyorlardı. Ama, kesin bastırma rolü, feodal soyluluğu tümüyle kendi şahsında cisimleştiren krallık iktidarına aitti.

BATI AVRUPA'DA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİNİN
KARAKTERİSTİK ÇİZGİLERİ 

Sonuç olarak, Batı Avrupa'da, feodalizmin kuruluşunu izleyen şu özellikleri belirtmek gereklidir: toprağın feodal mülkiyeti temeli üzerinde büyük feodal toprak mülklerinin yaratılması ve özgür köylüler çoğunluğunun serfleştirilmesi; serf-köylülerin, kölelik çağından artakalan köleler ve kolonlarla kaynaşmaları. İşte feodaller sınıfı ve maddî malların başlıca üreticileri olan serf-köylüler sınıfı, özetlediğimiz bu durum içinde kendilerini gösterirler. Feodal toprak sahibi, belirli bir siyasal iktidarı kendi ellerinde topluyordu. Cermen kabilelerinin özgür topluluğunun kalıntıları, feodal toplum içinde, özgün bir serf-köylüler örgütü biçiminde, varlığını sürdürüyordu. 


2. DOĞU AVRUPA'DA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİ 

DOĞU SLAVLARINDA FEODAL EVRİMİN ÖZELLİKLERİ 
6. ve 9. yüzyılların Doğu Slavlarında, sınıfların ve devletin [sayfa 166] oluşması, köleci Roma İmparatorluğu, iktidarını, Doğu Slav topraklarına değin genişletmemiş olduğu için, özel biçimler alıyordu. Bu yüzden köleci ilişkiler, Slavların toplumsal düzeni üzerinde doğrudan bir etki yapmıyordu. Slavlarda, ilkel topluluğun dağılıp parçalanması, onların temas halinde bulundukları bölgelerde köleliğin çoktan dağılıp parçalanma durumuna geldiği bir zamanda ortaya çıktı. Doğu Slavları, feodaliteye, doğrudan, yani kölelik döneminden geçmeden geldiler. Başlıca feodal sınıflar, Slavlarda, 9. ve 10. yüzyıllarda cisimleşti. Topluluğun özgür bireyleri, feodal topak sahipleri tarafından sömürülen bağımlı köylüler haline dönüştüler.

KİEV RUSYASI 
9. yüzyılda, başkenti Kiev olan bir yukarı-ortaçağ devletinin kurulduğu görüldü. Prensliklerin temelinde Polanlar (Polanes) ya da Ruslar (Rouss) kabilesi bulunuyordu (devletin Kiev Rusyası adı da buradan gelmektedir). Doğu Slav kabilelerinin çoğu, 9. ve 10. yüzyıllarda bunların çevresinde toplandılar.
9. yüzyılın başlarında, Kiev Rusyası, Dinyeper ve Oka havzasından Don havzasına kadar olan toprakları, Kafkasya'yı, Dinyesterin ve Karpatların ötesindeki toprakları (Karpatlar Rusyası'nı) içine alıyordu. Novgorod ve İlmen gölüne komşu topraklar, Kiev devletinin egemenliği altındaydı.
En yüksek yetke, büyük Kiev prensine aitti. Prensler takımı (drujina), üstler (boyar) ve küçükler (gridi) olmak üzere bölünüyordu. Drujina üyeleri, kamu işlerinin tartışılıp karar altına alınmasına katılıyorlardı.
11. ve 12. yüzyıllarda, nüfusun büyük prense haraç ödediği topraklarda hâlâ klan ilişkilerinin kalıntıları mevcuttu. Öteki topraklar, feodal senyörlere ait bulunuyordu. Bu beylik arazilerinin bir kısmı miras konusu oluyordu, sonradan bunlara patrimoine dendi; ötekiler büyük prense hizmet edecek [sayfa 167] olan senyörlere, geçici olarak yararlanmak üzere veriliyordu. Verdikleri haraçlarla prenslik hazinesini besleyen özgür köylülerin sayısı gittikçe azalıyordu. Toprakları feodal senyörler tarafından alman köylüler, serfleşmişlerdi.
Kiev Rusyası'nda, köleci ilişkiler, güdük kaldılar ve bir evrim göstermediler.
Serfleşmiş olan köylüler, ya senyöre ait toprakları işliyorlar ya da yükümlülüklerini aynî olarak ödüyorlardı. Başka bir deyişle, o çağda, emek-rant ya da angarya, aynî olarak ödenen rantla, yani aynî-rantla birarada bulunuyordu.
Üretici güçlerin gelişmesi, Rusya'da, feodal ilişkilerin gelişmesinde temel öğe oldu. Toprağın işlenmesi, kır ekonomisinin başlıca dalı haline geldi. Güney bölgelerinde demirli saban kullanılıyordu. Toprağın dinlendirilmesi ve otlak olarak bırakılması yaygındı; ama iki yıllık, hatta üç yıllık almaşık ekim de ortaya çıkmıştı.
Zanaatlar, derece derece tarımdan ayrılarak gelişiyordu. Köylerde kalmış olan zanaatçılar, feodal senyörlerin egemenliği altına giriyorlardı. Berkitilmiş şatoların çevresinde yerleşen zanaatçılar ise, zanaatçı mahallelerini oluşturuyorlardı. Giderek kentler, zanaat ocakları doğuyordu. Bu ilişkiler altında, Kiev Rusyası, bu olayın, daha sonra, feodalitenin açılıp gelişmesi çağında ortaya çıktığı Batı Avrupa'nın önünde gidiyordu. Kayıtlar, Rusya'da, 9. yüzyılda, 89 sitenin varlığını gösteriyor.
12. yüzyılda, Rus kentli nüfusu 60'tan fazla zanaat kolunu yürütüyordu; demirden ve çelikten yapılan malların sayısı 150'yi buluyordu. Rus zanaatçıları, iş aletlerinin, silahlarının yapımında ve kuyumculukta ustaydı. Ama toplumsal işbölümünün yeterince gelişmemiş olması ve doğal ekonomi, iç ticaretin genişlemesini engelliyordu.
Novgorod'da yapılmış arkeolojik kazılarla günışığına çıkarılmış olan o çağın yazılı belgeleri, Güney Rusya'da kent [sayfa 168] uygarlığının yüksek bir düzeye eriştiğini tanıtlamaktadır.
Dış ticaret daha dörtbaşı bayındırdı. Rus tacirleri, Hilâfet topraklarında, Bizans'ta, Bohemya'da, Polonya'da, Almanya'da, İskandinavya'da, birbirleri ile karşılaşıyorlardı. Kürk, balmumu, bal, katran, keten kumaşlar, süsler, silahlar satıyorlar ve dışardan lüks eşya, şarap, meyve ve baharat satınalıyorlardı.
11. yüzyılda ve 12. yüzyılın başlarında, Kiev Rusyası, ilerlemekte olan ekonomisi ile gerçek bir devletti. Devlet, gücünü, köylülerin ve zanaatçıların amansız bir biçimde sömürülmesinden alıyordu; bununla birlikte, köylü ve zanaatçılar, sık sık kendilerini ezenlere karşı başkaldırıyorlardı.
Kiev'de en büyük ayaklanma, 1113'te oldu. Yığınların baskısı ile prenslik iktidarı, bazı ödünler vermek zorunda kaldı.

ULUSLARARASI ARENADA KİEV DEVLETİNİN ROLÜ 
Yukarı-ortaçağ Rus devleti, feodal senyörlerin egemenliğinin pekişmesine büyük katkıda bulundu. Vladimir (980-1015), Bilge adı takılan oğlu Yaroslav (1019-1054), Yaroslav'ın küçük oğlu Monomah (1113-1125) gibi Kievli büyük prensler, feodaller sınıfının en göze çarpan temsilcileri ve habercileri oldular. Prenslik iktidarının saygınlığını sağlamlaştırmak için, Prens Vladimir, 10. yüzyılın sonunda, hıristiyanlığı resmî din olarak ilân etti. Hıristiyanlık, Rusya'ya Bizans'tan gelmiştir. Bu çağda, Bizans İmparatorluğu ile Batı Avrupa arasındaki siyasal ve toplumsal anlaşmazlıklar, Doğu ve Batı hıristiyan kilisesinin temsilcileri arasında açık bir savaşıma neden oldu. Kesin kopuş, 1054 tarihini taşır. İki kiliseden herbiri, kendini, biricik evrensel kilise olarak öne sürdü. Böylece, Roma Kilisesi (katolik) ve Yunan Kilisesi (ortodoks) ortaya çıktı.
11. ve 12. yüzyıllarda, ortaçağ Rus devleti, büyük bir [sayfa 169] uluslararası saygınlığa erişti. Ticarî ilişkilerine paralel olarak, Doğu Avrupa ve Bizans ile siyasal ve kültürel alışverişini artırdı. Çok sayıda Doğu Avrupa hükümdarı Kievli prenslerin işlerine karışmıyordu.
Birçok tarihsel ve edebî metinler, Rus toprağına ve bu topraklar üzerinde yaşayanlara değinmektedir: Arap ihracatçılarının ve Bizanslı tarihçilerin yazıları, İskandinav sagaları, Fransız ulusal destanı Chanson de Roland, ("Rolan Şarkısı") Cermenlerin Chant des Nibelungen'i ("Nibelungen Ezgisi"), vb..
Kiev devletinin iktisadî ve siyasal ilerlemesi, 13. yüzyılda, Moğol akını ile barbarca durdurulmuştur. Ülkede feodal bölünmenin artması, merkezî iktidarın parçalanması ile, fatihlerin görevi fazlasıyla yerine getirilmiş oldu.


3. ASYA VE AFRİKA ÜLKELERİNDE FEODALİTENİN YAPISI 

Asya ve Afrika ülkelerinde feodal ilişkiler, özel bir biçimde oluştu. Asya'da, feodalite, her ülkede başka bir biçimde kurumlaştı.

KÖLECİ TOPLUMUN BAĞRINDA FEODALİTENİN DOĞUŞU ÇİN 
Çin'de, feodal yapılar, 3. yüzyılla birlikte, hatta (bazı kaynaklara göre) daha erken ortaya çıktı. Siyasal planda bu olay, eski imparatorluğun (Hanlar imparatorluğunun) dağılıp parçalanması ve ülkenin Tsin'ler tarafından birleştirilmesi ile aynı zamana raslar. Çin feodalitesinin şu özelliği oldu ki, egemen sınıfın topraklar ve sular üzerindeki tekeli özel mülkiyet biçimini almadı, tıpkı köleci çağda olduğu gibi, kamu hizmetlerinin ve büyük tahkim işlerinin merkezileşmesi nedeniyle, devlet mülkiyeti biçimini aldı. Büyük Çin Şeddi, bu çağda yapılmıştır.
İlk Tsin İmparatorluğu, Ssu-ma Yen (265-290) zamanında, devlet payları üzerine bir ferman yayınladı. Bu yasaya [sayfa 170] göre, köylü, iki bölüme ayrılan bir tarla alıyordu. Birinci bölümün geliri, kendisine ait oluyordu; ikincinin ürünü ise, tüm olarak devlete gidiyordu. Bundan başka, köylüler, sulama tesislerinin bakımını yapmak, toprağın drenajı işlerinde, askerî istihkâm işlerinde çalışmak zorundaydılar. Hepsi, özgün bir angarya biçimini oluşturuyordu. Ama Avrupa'da çok yaygın olan senyörlerin topraklarını işleme biçimindeki angarya, Çin'de, hemen hemen hiç yapılmamaktaydı. Büyük senyör yurtlukları çok azdı, toprakları köylüler tarafından işlenecek olan devlete ait yurtluklar yaratma çabalan bir sonuç vermedi.
Feodal devlet, köylüleri, derebeylik toprağına bağlamaya ve aynı zamanda, onlara, belli bir ekonomik girişkenlik sağlamaya çaba gösteriyordu. Aynî olarak ödenen rantın yaygınlığı buradan geliyor.

JAPONYA'DA VE HİNDİ-ÇİN YARIMADASINDA
FEODALİTENİN GELİŞMESİ 

Çin'deki feodal ilişkilerin ilerleyişi, Kore'ye ve Japonya'ya uzandı. Bu iki ülke ilkel topluluk sisteminden hemen sonra, kölelik aşamasından geçmeden, feodaliteye girdiler. Japonya'da, feodal ilişkiler, 4. yüzyıldan beri cisimleşmeye başladı. Uzun bir dönem boyunca, kölelik, hâlâ devam etmekleydi. Ama köleler, üretimde, önemli bir yer tutmuyorlardı.
Japonya'da, toprakların ve sulama tesislerinin büyük çoğunluğu, feodal devletin mülkü haline geliyordu. 646 imparatorluk bildirgesi, toprağın özel yararlanma (intifa) hakkını kaldırıyordu. Köylüler, devlet toprağının zilyedleri haline geliyorlardı. Tarım ürünlerinden aynî bir rant ödüyorlar, aynı zamanda kamu hizmetlerine katılıyorlardı.
Feodal senyörler, sık sık egemen feodaller sınıfının ortak çıkarlarının sözcüsü olan devlet ile köylüler arasında aracı rolü oynuyorlardı. Bunlar, askerî hizmete karşılık olarak, köylülerin işlemekle yükümlü oldukları paylara sahiptiler. [sayfa 171] (Avrupa'daki gedik -bénéfice- biçiminde). Japonya'da, toprak mülkiyetinin bütün hiyerarşisi kurulmuştu. Feodalitenin gelişmekte olduğu bütün Asya ülkelerinde, şu ya da bu biçim altında, aynı olay oluşuyordu.
5. yüzyılda, feodal ilişkiler, daha önceden de iki devletin mevcut olduğu Hindi-Çin yarımadasında zafer kazanmaya başladı. Bu devletlerden biri, Lin-Yi ya da Şampa, bugünkü Vietnam'ın merkez bölgesini ve güney bölgesinin bir bölümünü kapsıyordu. Öteki devlet, Fu-nan, Hindi-Çin'-in güneyinde kurulmuştu. Buranın başlıca halkı, Khmer'lerdi.
5. yüzyılda, feodal bölünme döneminde, Fu-nan devletinin kuzey bölümünde, (bugünkü Kamboç toprakları üzerinde), bir topluluk oluştu. 6. yüzyılda, bütün Fu-nan topraklarını içine aldı. Çinlilerin Çenia dedikleri yeni bir feodal krallık ortaya çıkıverdi. Bu devlet, ancak 16. yüzyılın sonunda ya da 17. yüzyılın başında, Kamboç adını aldı.

HİNT FEODAL TOPLUMUNDA İLKEL KÖLELİK KALINTILARI 
İlkel köleliği de içinde sürdüren klasik bir feodal toplum örneğini, bize, evrimi bütün yabancı etkilerden uzak ve temiz kalan Hindistan sunmaktadır. Orada, ataerkil bir kölelik hüküm sürüyordu, ilkel topluluk kalıntıları da çok güçlüydü.
İlk feodal yapılar, Hindistan'da, 5-6. yüzyıllarda biçimlendiler. Orada, kırsal topluluk ekonomisinin, eskisi gibi, kendi kendine yeten ve doğal bir niteliği vardı. Kentlerdeki zanaat üretimi, özellikle köleci soyluluğun gereksinmelerini karşılıyordu. Zanaat eşyasının alım-satımı, daha çok büyük kentler arasında yapılıyordu.
Hindistan'da, üretici güçlerin evrimi, her ne kadar yavaş olsa da, demirli tarım aletlerinin daha geniş bir biçimde kullanılması ile başlar. Köleci ilişkiler üretici güçlerin ilerleyişini engelliyordu. Köle emeği, gittikçe daha az kâr getiren [sayfa 172] bir iş oluyordu. Bunun üzerine, büyük toprak sahipleri, her çeşit yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olan kölelerine topraklarından küçük tarlalar verdiler. Bazı senyörler, özgür köylülere, tarla kiralıyorlardı. Bu köylüler de, toprak sahibine, ürünün bir bölümünü vermek zorundaydı.
Hindistan'da, feodal mülkiyete dayanan sömürünün yeni biçimlerinin gelişmesine uygun olarak, kır ekonomisi değişiyordu. Klan topluluğu, herbiri kendi öz işletmesine sahip olan ailelere bölündü. Köylülerin toprak paylarının bölünüp küçülmesi, servet eşitsizliğinin ve çiftçilerin büyük bir kısmının yoksullaşmasının kaynağı oldu. Toplumsal çelişkiler keskinleşti. Egemen sınıfın kendi içinde de, devlet aygıtını ellerinde tutan büyük köleci soylular ile feodal senyörler arasında, bir çatışma ortaya çıkıyordu.
Bütün bunlar, birkaç yüzyıllık köleci Gupta imparatorluğunu zayıflattı ve, 5. yüzyıldan 6. yüzyıla geçerken, göçebe bir halk olan Heftalit'lerin baskısı altında çöküşünü hızlandırdı.
Heftalit'lerin Hindistan'daki egemenlikleri kısa ömürlü oldu ve 540 yılında imparatorlukları parçalanıp dağıldı. Bütün bu imparatorluğun yerini almış olan birçok bağımsız devlette feodalite kurumlaşmaya başladı.

GÖÇEBELERİN İLKEL TOPLULUK DÜZENİNİN
DAĞILMASI TEMELİ ÜZERİNDE FEODAL
İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ 

Feodal ilişkilerin biçimlenme tipi bakımından üçüncü grup ülkeleri, Arabistan yarımadasındaki devletler oluşturmuştur. Köleci Arap imparatorlukları burada doğmuş, dağılıp parçalanmış, sonra, MÖ 2. ve 1. binyıllarında yeniden canlanmışlardır. Yalnız Himyaritler Krallığı, bugünkü Yemen toprakları üzerinde, MS 6. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Daha uzun zaman varlığını sürdürenler, Mekke, Medine (Yesrib) gibi köleci site-devletlerdir. Ama Arap [sayfa 173] yarımadasında, köleci ilişkiler, hiçbir zaman yüksek bir düzeye ulaşmamıştır. Feodal ilişkilere gelince, bunlar, göçebe kabilelerin ilkel topluluğuna özgü ilişkilerin dağılıp parçalanmış olduğu bir temel üzerinde, 7. yüzyılda kurulmaya başlamışlardır.
Yarımadada yaşayan kabileler, etnik kökenlerine göre, Güney Arapları ya da Yemen Arapları ve Kuzey Arapları olarak ayrılıyorlardı. Himyar Krallığının toprakları üzerinde, başlıca ekonomi dalı tarımdı, ama Arapların büyük bölümü göçebe, Bedevi (Arapça anlamıyla çölde yaşayanlar) olarak kalıyorlardı, çünkü, Arabistan, göçebe hayvancılığa tarımdan daha elverişliydi.
Hayvancılığın gelişmesi ve kabileler arasında ticaretin genişlemesi, klan şeflerinin, önemli zenginlikleri, özellikle hayvan ve otlakları ele geçirmelerini sağladı. Bu temel üzerinde varlıklı aileler, ötekilerden ayrıldılar. Kabilelerin büyük yığınları yoksullaşıyor, zenginlerin ekonomik egemenliği altına giriyordu. Şef, bütün kabile tarafından, ama genel kural olarak bîr klanın ya da zengin bir ailenin temsilcileri arasından seçiliyordu.
Böylece, kabilelerin ve klanların bağrında, iktidarı ve etkisi en başta sahip olduğu hayvanların ve otlakların miktarıyla belirlenen yeni bir toplumsal tabaka ortaya çıkıyordu. Bu, feodal sınıfın kuruluşunun başlangıcı oldu. Aynı zamanda, sömürülen halk yığınları üzerinde baskı organı olan devletin yaratılması eğilimlerini de ortaya çıkardı.
Arabistan yarımadasının kuzeyinde, iki feodal krallık kuruldu. Lakmidler Krallığı ve Kassanidler Krallığı. Sağlam olmayan bu kuruluşlar, MS 2. yüzyıldan 7. yüzyıla değin varlıklarını sürdürdüler.
Bütün Asya ülkelerinde, feodal ilişkiler, halk yığınlarının, sömürücülerin egemenliğine karşı açtıkları amansız savaşım içinde ortaya çıkıyordu. [sayfa 174]

AFRİKA KITASINDA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİ 
Sahra'nın güneyindeki ülkelerde olduğu gibi, Afrika'nın kuzeyinde de feodal ilişkilerin kuruluşu ve gelişmesi, Avrupa ve Asya'daki feodalite tarihi ile birçok benzerlikler gösterir.
Bu kıta üzerinde, feodal tipte ortaya çıkmış olan en eski egemen devletlerden biri, Gana İmparatorluğu oldu. Bu imparatorluk, yaklaşık olarak, 7. yüzyıla doğru, Senegal ve Nijerya toprakları arasında kuruldu. O zamanlar, buralarımı oturan halklar, egemen olan ailenin (Bambara vb.) dilini konuşuyorlardı. İmparatorluğun ekonomik ve toplumsal yapısı, henüz ayrıntılı olarak aydınlatılmamıştır. Bilinen tek şey, devletin başında feodal, mutlak hükümdarların bulunduğudur. 8. yüzyılın sonunda, Sisse Tunkaralar hanedanı iktidara geçti. Tahta geçme hakkının ana yoluyla oluşu olgusu (kralın kızkardeşinin oğlu, dayısının yerine geçiyordu), ilkel klana değgin ilişkilerin bazı kalıntılarının varlığını tanıtlıyordu. Köleliğin bazı öğeleri de devam etmekteydi. Ganalı hükümdarlar, köle el emeği ele geçirmek üzere, komşu ülkelere, sık sık silahlı seferler yapıyorlardı.
Toplumsal işbölümü pek ilerlememişti, çünkü daha çok ağır basan iç ticaret değil, dış ticaretti. Özellikle tuz ve alim ihraç ediliyordu. Esas olarak, ticaret, Mağrip ülkeleri (kuzey Afrika) ile yapılıyordu.
Gana ve Cene gibi kentlerde, birçok ticaret merkezi kuruldu. Kentlerin ilerlemesi, kültürün yayılmasına ve özellikle okulların kurulmasına yardım etti.

FEODAL ÜRETİM TARZININ NİTELEYİCİ ÇİZGİLERİ 
Özet olarak diyebiliriz ki, feodal senyörlerin başlıca üretim araçları olan toprak ve iş aletleri üzerindeki tekelci mülkiyetleri, feodal üretim tarzının belirleyici özelliği oldu. Bu araçların, feodal mülkiyet biçiminin niteliğinden doğan, doğrudan üreticiye teslim edilmesi, köylülerin serfleşmesini, [sayfa 175] onların ekonomik baskısını ve ekonomik bağımlılığını artırdı. Aynı zamanda, köylüler, kişisel olarak senyöre bağlı bulunuyorlardı. Böyle ekonomi-dışı bir baskı olmasa, senyör, köylüyü, kendi hesabına çalışmaya zorlayamayacaktı. Bu baskının biçim ve dereceleri, kölelikten köylülerin haklardan yoksun oluşuna kadar giden çeşitlilikler gösterdi.
Feodal ekonominin, doğal, kapalı ve hemen hemen yalıtılmış bir niteliği vardı. Tekniğin çok düşük ve görenekçi düzeyi, feodal ekonomi sistemini koşullandırıyor ve ayrıca onun sonucu oluyordu.
Niteliği gereği, feodal üretim tarzı, her ne kadar köleci üretim tarzı gibi çalışan çoğunluğun egemen azınlık tarafından sömürülmesine dayanıyorsa da, ondan daha ilerici oldu. Serfin, kölenin tersine, ailesi ve kendi küçük bir ekonomisi vardı ve bunun için de emeğinin sonucuna karşı ilgi duyuyordu; ki, bu da, feodal toplumun üretici güçlerinin gelişmesinin temelini oluşturuyordu. 

BURJUVA TARİHÇİLERİNE GÖRE FEODALİTENİN ÖZÜ

Ortaçağ toplumunun tarihinin idealist yorumu, feodalitenin evrimi konusundaki materyalist anlayışa ve feodalitenin dönemlere ayrılışına aykırıdır.
"Ortaçağ" terimi, burjuva biliminde de vardır. Bu terimi, burjuva bilimine, Yunan ve Roma'nın eski uygarlığı ile bu uygarlığın 15. ve 16. yüzyıldaki İtalya ve başka Avrupa ülkelerindeki rönesansı arasındaki geçiş dönemini ayırdetmek için, İtalyan hümanistleri sokmuştur.
Daha sonra, tarihin, ilkçağ, ortaçağ ve modern tarih olarak bölünmesi, burjuva yazarların yapıtlarıyla da onaylandı. Ama, Batılı bilginlerin çoğu, bu dönemleri, şu ya da bu toplumsal ve ekonomik süreçlere bağlamazlar; bu dönemleri, kendiliğinden olma şeyler sayarlar. Bazı burjuva tarihçileri, ortaçağın başlangıcını, hıristiyan takviminin ilk [sayfa 176] yıllarına, başkaları 5. yüzyıla, Batı Roma imparatorluğunun çöküşü çağına değin uzatırlar. Burjuva yazarlar, 14. ve 16. yüzyıllar arasına yerleştirdikleri ortaçağın bitiş tarihi konusunda da, görüş birliğinde değildirler. Burjuva tarihçiliğinin başlıca amacı, tarihin antikçağdan ortaçağa geçiş ırasında, hiçbir devrime tanık olmadığını göstermektedir.
Burjuva yazarlar, bu sorunu, daima kendi siyasal anlayışlarından hareket ederek ele aldılar ve almaktadırlar. Özellikle iki sorun üzerinde duruyorlar: Eski Roma İmparatorluğunun toprakları üzerinde beliren devletlerin sonraki tarihleri bakımından Alman topluluğunun (markın) rolü ve Alman kabilelerinin akımının anlam ve önemi. Waitz, Sohm, Brunner ve başkaları gibi 19. yüzyılın şoven eğilimli tarihçileri, Roma imparatorluğunun düşüşünü, Alman "ulusal ruh"unun dağılıp parçalanmış Roma toplumu üzerindeki bir zaferi gibi sunmaya çalışıyorlardı. Ve bunu yaparken, yeni toplumsal ilişkilerin kuruluşunda, topluluğun rolünü gizliyorlardı. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges (19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde), kırsal tarım topluluğunun varlığını bile kabul etmiyordu. Büyük mülk sahipliğinin ve halk yığınlarının aristokrasi tarafından sömürülüşünün sonsuzluğunu kanıtlamak için babadan kalma (miras-irat) denilen teoriyi övüyordu. Pek inandırıcı olmayan bir biçimde, serbest topluluğun, markın hiçbir zaman varolmadığını, oysa Aşağı Roma imparatorluğundan, olduğu gibi ortaçağa geçen büyük yurtluğun (patrimoine-babadan kalma miras-irat), ortaçağ ekonomik yaşamının temeli olduğunu kabul ediyordu.
Fustel de Coulanges, bir başka Fransız tarihçisi Du Bos ve İngiliz tarihçisi Seebohom, Roma İmparatorluğunun Cermen kabileleri tarafından fethini yadsıyorlardı. Onlara göre, ancak, bu kabilelerin birbirlerini izleyen dalgalar halinde Roma toplumuna nüfuzu, bu toplumun niteliğinde hiçbir şeyi değiştirmeyen nüfuzu sözkonusu idi. [sayfa 177]
Fustel de Coulanges, komünal denen teori karşısına, kendi anlayışını koyuyordu. Ama, bu teorinin yandaşı olan burjuva tarihçileri (Alman bilgini Maurer ve başkaları), feodalitenin kuruluşu ve evrimi sırasında, Cermen kabilelerinin ilkel topluluk düzeninin, özellikle mark düzeninin gerçek rolünü, yanlış bir biçimde sunuyorlardı. Maurer, komünü tüm ortaçağ yaşamının, tümüyle eski Cermenlerden alınmış değişmez temeli olarak kabul ediyordu.
Gerici tarihçi Dopsch da, ortaçağa geçiş sırasında, bir patlama olmadığını kanıtlamak çabasındaydı. Ona göre, Cermen kabileleri, Roma uygarlığına zarar vermek şöyle dursun, bu uygarlığın mirasçıları ve koruyucuları olmalıydılar, onların toplumsal düzeni, Roma toplumunun toplumsal düzeninden hiçbir bakımdan farklı olmamalıydı. Bütün bunlar, Dopsch'a göre, ortaçağa geçişte, kesin olarak bir devrim olmadığım göstermektedir. Dopsch, her iki toplumun da, öncesiz ve sonrasız olan büyük özel mülkiyete dayanmış toplumlar olmaları gerektiğini de ileri sürüyordu. Bu bakımdan, onun fikirleri, modern burjuva yazarlarının anlayışlarında yankılanmaktadır.
Burjuva tarihçileri "feodalite" kavramını da kullanmaktadırlar; ama onlar, bu terime bizim açıkladığımızdan başka bir anlam vermektedirler. Bununla birlikte, onların görüşünde de belirli bir gelişme görülebilir.
François-Pierre Guizot, ve 19. yüzyıl ortalarında yaşamış olan öteki tarihçiler, feodaliteyi, başlıca belirtisi siyasal bölüme olan bir vasallığa dayanan ilişkiler sistemi olarak ele alıyorlardı. İnsan toplumunun gelişmesi fikrini kabul etmiyorlar ve bir toplumsal ve ekonomik biçimlenmenin yerini bir başkasının alışını yadsıyorlardı. Vasallığı, eski toprak ilişkilerine ve miras-irat sisteminin egemenliğine bağlıyorlardı.
20. yüzyılın ilk yarısının en tanınmış burjuva tarihçilerinden biri olan Henri Sée de, feodaliteyi, bir siyasal bölünme [sayfa 178] olarak kabul ediyordu. Sée, Roma latifundiası ile ortaçağ yurtluğu arasında hiçbir ayrılık görmüyordu. Sée'ye feodal mülkiyet, tümüyle sahibine ait olan bir mülktü.
Modern burjuva tarihçileri, "feodalite" teriminin bilimsel anlamından daha da uzaklaşmaktadırlar. Örneğin, Amerikalı Strayer ve Colburn, feodalitenin, belirli bir toplumsal ilişkiler sistemi olmadığını, yorumu çağlara göre değişen, aslında saymaca bir terim olduğunu kabul ediyorlar. Onlara göre, feodalite, her şeyden önce, "bir yönetim yöntemi"dir, ekonomik ve toplumsal bir yöntem değildir, zaten durmaksızın da değişmektedir; feodalite, ancak terminoloji bakımından feodum (fief - feodal yurtluğu) sözcüğüne bağlıdır. Bu tarihçiler, feodal senyörün siyasal iktidarını, ekonomik ve toplumsal süreçlerle olan bütün bağıntıların dışında ele alıyorlardı. Bunun içindir ki, feodaliteyi, aynı kolaylıkla MÖ 1. binyıllarda (Mezopotamya ve Eski Mısır'da), ve MÖ 1. binyıllarında (Çin'de, Arabistan'da, Batı Avrupa'da ve Doğu Avrupa'da) buluyorlar. Strayer ve Colburn'a göre, Hindistan ve Rusya feodaliteden sakınabilmiş olsalar gerekti.
Strayer ve Colburn'nun anlayışları, toplum tarihinin dönemler halinde bilimsel bölünmesini kabul etmeyen, geçmişin ve içinde bulunduğumuz zamanın gerçek olgularını, eğer bunlar kendi siyasal anlayışlarına aykırı ise görmezlikten gelen burjuva tarihçilerinin bu kesiminin tipik anlayışlarıdır.


İKİNCİ BÖLÜM 

FEODALİTENİN AÇILIP GELİŞME ÇAĞI 
1. ZANAATÇILIĞIN VE TİCARETİN İLERLEMESİ
Kesin olarak kurulmuş feodalitenin niteleyici bir yönü, kentlerin zanaat ve ticaret yığınakları, ticarî üretim merkezleri olarak hızla ilerleyişidir. İlkel zamanlarda başlayıp kölelikte derinleşen zanaat ile tarım arasındaki ayrılık, duraksamış bulunuyordu. Köleci imparatorlukların dağılıp parçalanması, ekonomik durgunluğa sıkı sıkıya bağlıydı. Birkaç Asya ve Kuzey Afrika sitesi bir yana, kentler, ticaret ve zanaat merkezi olmaktan çıktılar.
Feodalite koşulları içinde, zanaatçılıkla tarımın birbirlerinden ayrılmalarının yeni aşaması, birdenbire gelmedi. Feodal toplumda, üretici güçlerdeki ilerlemenin dürtüp hızlandırdığı karmaşık bir sürecin sonucu oldu. [sayfa 180]

ZANAATLARDA UZMANLAŞMA 
Uzmanlaşma, Batı Avrupa'da, özellikle bu ayrılmanın en belirgin olduğu Fransa'da oldu. Birçok köylü, senyöre rantı, yalnız tarım ürünü olarak değil, aynı zamanda zanaat eşyası olarak, en çok da dokuma (çuha ve yünlü kumaşlar) olarak ödüyorlardı. Tarım aletleri zamanla yetkinleşiyordu: özellikle demirli saban çok yaygınlaştı. Bitki örtüsü yakılan alanlar ve meralar üzerindeki tarımın yerini, kesinlikle, iki ya da üç yıllık almaşık ekim alıyordu; bağlar, meyve bahçeleri, sebze ekimi yaygındı. Artık köylü ailesi, zanaat imalâtına daha fazla zaman ayırabilirdi. Aile üyelerinin bazısı ise, zamanlarını tümüyle tek bir tarım-dışı uğraşa ayırmaya başladılar.
İlkin demircilik ve çömlekçilik dalları oluştu. Yapı tekniği ilerliyordu. Su değirmenlerinin yayılması, üretimin gelinmesinde önemli bir rol oynadı. İnsanlar, zaman zaman büyük taş yapılar yapmaya giriştiler. Egemen sınıfın temsilcileri, artık, yünlü kumaşları, keten kumaşa üstün tutuyorlardı; böylece yünlü kumaşların üretimi arttı. Her gün daha çok sayıda köylü, uzman zanaatçı haline geliyordu.
Bazı köylüler rantın tümünü, senyörlere, zanaat eşyası olarak ödüyorlardı. Zaten çoğu kez, kendi köylerinin bütün gereksinmesini sağlıyorlardı, bu da, onlara, bir miktar para biriktirmek olanağı veriyordu. Kendileri gene köylü olarak kalıyorlardı; ama artık tarım, onlar için tek geçim aracı değildi.

ZANAATÇI İLE PAZAR ARASINDA İLİŞKİLERİN KURULMASI 
Uğraşlar, zanaatçı ile pazar arasında ilişkilerin kurulması ile yeni bir aşamaya girmiştir. Feodalitenin oluşumu çağından beri yardımcı bir uğraşa da sahip olan köylüler, senyörlerinin izni ile, yaptıkları eşyayı satmak üzere, bayram günlerinde, büyük şatoların ve manastırların duvarı dibinde [sayfa 181] kurulan en yakın panayıra gidebiliyorlardı. Ama bu ticaret, sürekli bir niteliğe sahip değildi ve zanaatçılık ile tarım arasında, tüm toplum ölçüsünde bir kopma meydana getirmiyordu: zanaat eşyası, ancak raslantı sonucu meta haline geliyordu.
Başlangıçta, zanaatçılar ile çiftçiler arasındaki ayrılma, yurtluğun dar çerçevesi içinde gerçekleşti. Ama uzmanlaşmanın ilerlemesiyle, zanaatçı, gittikçe daha sık olarak ürününü sürmek ve gereksinmesi olan her şeyi satınalmak üzere pazara gitmeye başladı. Zanaatçı, meta üreticisi haline geliyordu.

KENT İLE KIR ARASINDA TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ 
Usta zanaatçı, köyde yeterli bir pazar bulamıyordu. Üstelik feodal sömürü, ona ağır geliyordu. Köylü-zanaatçı1ar, yurtluktan ayrılmak, ürettiği eşyayı daha rahatlıkla satışa sunabileceği ve senyörlük boyunduruğundan kurtulabileceği yerlere gitmek eğilimindeydiler.
Bazıları, bunu, gizlice kaçarak yapıyorlardı; başkaları, senyöre, bir miktar para ödemeyi kabul ederek, senyörün izni ile köyden ayrılıyorlardı. Her zaman paraya gereksinmesi olan senyörler, serflerinin bu koşulla köyden ayrılmasına izin veriyorlardı. Önceleri, köyden ayrılma izinleri kısa süreli idi; örneğin panayıra gitmek için ya da kış süresince, yani derebeylik toprakları üzerinde kolgücü pek gerekli olmadığı zaman, köyden ayrılabiliyorlardı. Ama sonradan, bu izinler, daha uzun süreli oldu.
Usta zanaatçıların dışında, ancak bazı fırsatlarda, kendi özel gereksinmelerini sağlamak için zanaatçılık yapan basit çiftçiler de köyden ayrılıyorlardı. Demek ki, bu olgu, giderek yurtluğun ve komünün sınırlarını aştı, toplumun bütününü kapsadı. Bu toplumsal işbölümü, daha sonra kent ile köy arasındaki çelişkileri doğuracaktır. [sayfa 182]

KASABALARIN KURULUSU 
Köylerden kaçan ya da senyörlerinin izni ile ayrılan köylüler, zanaat eşyasının daha kolay satılabildiği, hammadde kaynaklarına yakın, aynı zamanda, kendilerine güvenlik sağlayan yerler arıyorlardı. Bu yerleri, kralların, preslerin ve piskoposların konutlarının duvarları altında, büyük yönetsel merkezlerin yakınlarında buluyorlardı. Kaçak serfler, gönüllü olarak, çoğunlukla berkitilmiş olan büyük manastırların ve abbeliklerin yakınlarında da yerleşiyorlardı.
Köylerden ayrılıp giden köylüler, kervanların mola verdikleri yerlerde, kara yolları ya da nehir yolları kavşaklarında, ürünlerin sık sık trampa edildiği yerlerde yerleşmeye çalışıyorlardı; öte yandan, zanaatçılar da, kendi ürettikleri metaları, buralarda, kolaylıkla satışa sunabiliyorlardı. Bunun bir başka nedeni de serflerin bu gibi yerlerde yük boşaltıcılığı, kayıkçılık, mavnacılık vb. gibi geçim kapıları bulabilmeleriydi.

KÖYLÜLERİN KİŞİSEL BAĞIMLILIKTAN KURTULMALARI 

Böylece, köylüler (genel kural olarak serfler) yavaş yavaş feodal boyunduruktan kuruluyorlardı, çünkü, raslantı olarak, kral ve yerel senyör, el emeğine karşı aynı ölçüde ilgi duyuyorlardı.
Bir miktar para biriktirebilen köylüler, kendi kişisel bağımlılıklarından doğan angaryaların karşılığını ödüyorlardı. Bazan, rant vermeyi düpedüz reddediyorlar ve köye geri dönmüyorlardı. Senyörlere gelince, onlar, serfleri zorla geri getiremiyorlardı. Böylece de bu köylüler özgür oluyorlardı.

İTALYA'NIN VE GÜNEY FRANSA'NIN KENTLERİ 
İtalya'nın ve Güney Fransa'nın Bizans'la ve Doğu ülkeleri ile ticaret bağları, (İtalya'da) Venedik, Cenova, Piza, Napoli (Fransa'da) Marsilya, Arles, Narbonne ve Montpeller [sayfa 183] gibi kentlerin hızla ilerlemesine yardımcı oldu. Bu iki ülkede, ticaret ve zanaat ocakları olarak kentler, daha 8. yüzyılda doğuyorlar; Tuna ve Ren nehirleri vadilerinde ve İngiltere'de ise, kentler, 10. ve 11. yüzyıllarda ortaya çıkacaklardır.

RUS KENTLERİ 
Yukarda belirttiğimiz gibi, Kiev, daha 10. ve 11. yüzyıllarda, büyük bir kentti. O çağda bile, Novgorod, önemli bir ticaret ve zanaat merkeziydi. Ensonu, Çernigov, Smolensk ve Polotsk da ortaçağ Rus ekonomisinde büyük bir rol oynuyordu.
9. ve 11. yüzyıllarda, Moskova, ticaret merkezlerinin yol kavşağı oldu. Kent, 12. yüzyılın ortalarından başlayarak, daha hızlı ilerledi. 13. yüzyılın başında, bir prenslik olan Moskovi'nin başkenti oldu.
Rus kentlerinin çoğu, şu plana göre kuruldu: Kentin ortasında bir hendekle ve kalın surlarla çevrili bir ordugâh, kremlin, bulunuyor, prens ya da voyvoda, askerî birliği (drujina) ve nedimleriyle burada yaşıyordu. Ordugâh çevresinde, tacir ve zanaatçıların oturduğu kasabalar kuruluyordu.
Rus kentleri, Volga, Kokaz, Bizans, Orta Asya, Iran, Arap devletleri ve Akdeniz ülkeleriyle ticaret yapıyorlardı. Rusya da, Slavlar, İskandinavya, Bohemya, Moravya, Polonya, Macaristan, Almanya vb. aracılığıyla Baltık Denizi bölgelerinde yayılıyordu.

TİCARÎ ÜRETİM
TACİRLER

Feodaller, gittikçe daha kalabalık olmak üzere, zanaat ürünlerini satınalmak ve tarım ürünlerini satmak için pazarlara koşuyorlardı. Köylüler de, sonunda feodaller gibi, bazı ürünleri pazardan satınalmaya başladılar.
Feodaller tarafından gittikçe daha çok ezilen köylüler, [sayfa 184] kırı terkediyorlar, ve böylece, giderek zanaatçılığın ve ticaretin merkezi haline gelen kasabaları büyütüyorlardı. Bu kasabalarda yaşayanların buğdaya ve başka tahıllara gereksinmesi vardı ve bu da, kent ile kır arasındaki değişimlerin gelişmesinin nedeni idi. Kırdan göç ile başlayan toplumsal işbölümü, yeni bir hız kazandı.
Toplumsal üretimin bir tek alanı, bir yanda tarımsal üretim, bir yanda da sınaî üretim olarak çiftleşti. İmal edilen ürünler, meta haline geldi. Yeni bir toplumsal tabaka, kendilerini yalnızca ticarete veren tacirler tabakası ortaya çıktı. Tacirler, zanaatçılardan, ürettikleri eşyayı satınalıyor, pazarda yeniden satıyorlardı. Eskiden, zanaatçı, imal ettiğini kendisi satarken, şimdi bu işi, onun yerine, tacir yapıyordu.

LONCANIN DOĞUŞU 
Toplumsal işbölümü, yalnızca (sonradan kentleri oluşturacak olan) zanaat kasabalarının (bourgades) kuruluşu ve bir iç pazarın yaratılması sonucunu doğurmakla kalmadı, toplumsal ve siyasal ilişkilerde de değişikliklerin nedeni oldu.
Kırsal bölgelerden kaçan köylüler, kendi topluluk ilişkilerine ait töre ve âdetleri her yana yayıyorlardı. Yeni belediyelerden (commune'lerden), geleceğin kentlerinin ilk çekirdekleri ortaya çıkı veriyordu. Belediyeler, etkinliklerine giren en önemli işleri: zanaatçılığı, ticareti, hâlâ nüfusun bir bölümünün çalıştığı tarımı, komşu feodallere karşı savunmayı vb. düzenliyorlardı. Belediyeler, kentlerde yerleşmiş olan eski-köylü serflere etkin bir yardım sağlıyorlardı. Onlara, senyörün baskısını sarsmak ve özgür bir insanın kişisel ve maddî haklarını elde etmek için yardım ediyorlardı. Belediyelerin yönetimi altında, yavaş yavaş meslek loncalarının temelleri atılıyordu. Bunlar, henüz az gelişmiş olan bir meta üretimi toplumunun iktisadî niteliğine uygun düşüyordu. [sayfa 185]

TİCARETİN GELİŞMESİ VE
FEODAL DÜZENDE PARANIN ROLÜ

Gelişmekte olan ticaret, paranın, özellikle ticaret sermayesinin önemini artırıyordu. Bu, henüz kapitalist ilişkilerin doğması demek değildi, bunun için emek-gücünün de meta haline gelmesi gerekecekti. Yavaş yavaş, feodal düzende, para, kölelik çağında yerine getirdiği ve kapitalizmde de yürürlükte olan bütün görevlerine yeniden başlıyordu.
Ortaçağın başlarında, dış ticaret, iç ticarete üstün geliyordu. Onun için, ilkin evrensel paranın (bu terimin saymaca anlamıyla) işlevi ortaya çıktı. Ticaretin gelişmesi sayesinde tacirler, paraya, artık, satınalmış olduğu metaı daha yüksek fiyatla satarak ek bir para elde etmenin aracı olarak bakıyorlardı. P-M-P' (para-meta-para) formülü ile P"nün, P'den daha büyük olduğu bir sözleşme temsil edilmektedir. Çeşitli yerlerdeki fiyatları bilen tacirlerin pazar üzerindeki tekeli, bu işlemleri hazırlıyordu. Burada, para, para-sermaye rolünü yerine getiriyordu.
O sırada, para, dışardan, başka bölgelerden gelme bir unsurdu, ama daha o zamandan feodaller tarafından servet biriktirilmesine yardımcı oluyordu. Para, servet biriktirme aracı işlevini görmeye başladı.
Özellikle yükümlülüklerin ve para cezalarının artması yüzünden emekçilerin aşırı ölçüde sömürülmesi, alım-satım ilişkilerinin az gelişmiş koşulları altında, parayı bir ödeme aracı yapmakta yardımcı oluyordu.
Genişleyen toplumsal işbölümü, meta-para ilişkilerinin gelişmesi sonucunu doğurdu. Paranın kendisinin daha önemli olan işlevleri, bu evrimi kolaylaştırıyordu. Para, giderek daha çok dolaşım aracı rolünü oynuyordu. Para basmak yaygınlaştı.
Ensonu, meta-para ilişkilerinin genişlemesiyle, köylülerin ve zanaatçıların alım-satım ilişkilerine gittikçe daha çok katılımlarıyla, para, yavaş yavaş, değer ölçüsü işlevini görmeye [sayfa 186] başladı. Karşılıklı ödeşmeler sırasında, köylü ve zanaatçılar, emek giderlerini hesaba katmak gerektiğini anlıyorlardı. Ama bu durumda, para, her zaman değerli maden ağırlığının değerini bulmuyordu. Bundan böyle, köleci çağda olduğu gibi, meta-para ilişkileri M-P-M (meta-para- meta) formülü ile nitelenebiliyordu.

FEODAL SENYÖRLERE KARŞI
KENTLERİN SAVAŞIMI

Ortaçağ kentleri, feodallerin toprakları üzerinde kurulmuştu ve kaçınılmaz olarak, başlangıçta, kent içinde bütün iktidarı elinde tutan senyörlere boyuneğmek zorundaydılar. Feodaller, kentlerden en büyük yararı, kazancı sağlamak istiyorlardı. Onun içindir ki, kuruluş yolundaki kentin yönetimi, feodal senyörlere karşı savaşıma girişmek zorunda kaldı.
Belediye hakları için savaşırken, bütün halk, senyöre karşı oluyordu. Bu savaşın sonucu, siyasal yapıyı ve senyöre karşı kentin bağımlılık derecesini -vergilerin bizzat kentlerce toplanması gibi burjuva haklarından tam yönetim özerkliğine değin- belirtiyordu. Özerk siyasal birimler haline gelen bağımsız kentlerin (Fransa'daki belediyeler gibi) kendi özel adliye aygıtları, milis kuvvetleri, maliyeleri vb. vardı. Belediye sakinleri, öteden beri, varolagelen senyöre karşı yükümlülüklerden bağışıktılar.
Batı Avrupa'da, kendi kendilerini yöneten kent-cumhuriyetler, önce İtalya, Fransa, Hollanda ve daha sonra Batı Avrupa'da, Almanya'da kuruldu (11. ve 12. yüzyıllar). Rusya'da, Büyük-Novgorod, 11. yüzyılda, özel tipte bir cumhuriyet oldu.
Özellikle krallığa ait topraklar üzerinde kurulan bazı kentler, özerk belediyelere sahip olmak haklarını elde edemediler, ama yine de, bazı ayrıcalıklardan ve bağışıklıklardan yararlanıyorlardı. Belediye yönetiminde, seçilmiş organlar, senyörün delegeleri ve kralın görevlileriyle birlikte çalışıyorlardı. [sayfa 187]
Kentte, en yüksek organ, seçimle gelen meclisti; ki, bu meclis, milis kuvvetlerini seferber ediyor, zanaatı denetliyor, gerekli kararları yayınlıyordu. Meclise, seçimle gelen bir yüksek görevli, Fransa ve İngiltere'de belediye reisi {le maire), Almanya'da kent-başkanı {bourgmestre) vb. başkanlık ediyordu. Senyöre karşı koymaya yetecek gücü de, kaynakları da olmayan küçük kentler ise, senyörlerin yargılama yetkisi alanında kalıyorlardı.
Bununla birlikte, bütün kentlerin ortak bir yanı vardı ki, kentlerde oturanlar, kişisel kölelikten kurtulmuşlardı. Kentte bir yıl bir gün yaşamış olan her köylü, özgür oluyordu.
Asya ülkelerinde de, aynı şekilde, kentler, feodallere karşı savaşım veriyorlardı; ama genel olarak, amansız savaşım, özerklik kazanmaya yetenekli olmayan kentlilerin yenilgisi ile sonuçlanıyordu.

PATRİSYENLERLE ZANAATÇILAR ARASINDA SAVAŞIM 
Kentlilerle feodallerin savaşımı sonuçlanıp, kentlerde herhangi bir statü bir kez yerleştikten sonra toplumsal çelişkiler, kent nüfusunun bağrında kendilerini gösterdiler.
Kentlerde, iktidar, daha sonra antikçağdan gelme adıyla "patriciat - patrisyenler" (yani aristokrasi) denen kent halkının en zengin bölümünün elindeydi. Patrisyenler, belediye topraklarındaki mülk sahiplerini, büyük tacirleri, tefecileri ve kentte oturan küçük feodalleri içine alıyordu. Halk kitlesi, zanaatçılardan ve ailelerinden oluşuyordu.
Kentlerde zanaatçılık geliştikçe, siyasal yaşamda loncaların önemi artıyordu. Loncalar, iktidarı, patrisyenlerden almaya uğraşıyorlardı. Kolonya, Floransa kentlerinde, savaşım, kentin kilit noktalarını ele geçiren loncaların tam başarısıyla sonuçlandı. Başka yerlerde, örneğin, Kuzey Almanya'nın büyük-ticaret kentlerinden üstün gelenler, patrisyenler oldu. Bazan, savaşım bir uzlaşma ile sonuçlanıyor, en zengin ve en güçlü loncaların temsilcileri, aristokratlarla aynı [sayfa 188] ölçüde olmak üzere belediye yönetimine katılıyorlardı. İktidara gelen zanaat ustaları (maître), kendilerini, belediyelerin daha ileri bir biçimde demokratlaştırılmasına karşı olan ayrıcalıklı gruplarla bir tutmaya çalışıyorlar ve patrisyenlere karışıp gidiyorlardı.

LONCALAR 
Zanaat, ortaçağ kentinin sınaî temelini oluşturuyordu. Feodalitede küçük sanayi, kırın olduğu kadar, kentin de ayrıca özelliğiydi. Köylü gibi zanaatçı da, bir küçük üretici idi. Kendi üretim aletlerine sahipti, kendi işletmesinde kendisi çalışıyordu ve kâr elde etmek değil, yaşamını kazanmak istiyordu.
Ortaçağ zanaatçıları, aynı meslekte çalışan zanaatçıları biraraya toplayan loncaları oluşturuyorlardı. Her lonca, üretimi ve üretimin oylumunu düzenlemeye çalışıyordu, örneğin bir kumaşın ölçülerini, hammaddelerin niteliğini belirliyordu. İlke olarak, her zanaatçı, en çok iki kalfa ve iki çırak kullanabilirdi.
Özel bir tüzük, kalfaların ücretini, zanaat eşyasının satımını, imal edilen metaın fiyatını düzenliyordu.
Loncalar, karşılıklı yardımlaşma amacıyla kurulan meslek birlikleriydi; aynı zamanda, dinsel görevleri de yerine getiriyorlardı. Loncaların kendi küçük kiliseleri, kendi azizleri, koruyucuları, kendi dinsel bayramları vb. vardı. Öte yandan, her meslek, askerî bir birimdi. Savaş sırasında lonca üyeleri, şeflerinin komutası altında silahlanıyorlardı.
Kentlerin çoğunda, zanaatçılar, loncalar kurmak zorundaydılar. Kentte, bir kimse, eğer bir lonca üyesi değilse, şu ya da bu mesleğe giremezdi. Kenti kuşatan köyler dahil olmak üzere, kentte başka yerde imal edilen eşyayı satmak yasaktı.
Loncaların içinde iyice belirlenmiş bir işbölümü yoktu. Teknik ilerleme ve uzmanlaşma, küçük zanaat niteliğini değiştirmiyor, [sayfa 189] ancak yeni bir meslek loncasının oluşması ile sonuçlanıyordu. Her kentte onlarca, büyük kentlerde yüzlerce meslek vardı. Örneğin Paris'te, 14. yüzyılın başında 300 meslek loncası vardı.
Loncalar ve uyguladıkları önlemler, başlangıçta, zanaatçılara, üretim sürecini yoluna koymakta ve haklarını elde etmek için savaşımda yardım ederek, olumlu bir rol oynadılar. Ama lonca örgütü, zamanla, iktisadî ilerlemeyi durduran bir engel haline geldi. Meslek sahipleri, her tür yeniliğe, her tür teknik yetkinliğe karşı koyuyordu. Örneğin, 13. ve 14. yüzyıllarda, çıkrık kullanmak yasaktı. 11. yüzyılda icat edilen keçeleme makinesi, 15. yüzyıla değin yasaklandı. Öte yandan, her zanaat, kendi meslek gizlerini sımsıkı saklıyordu. 

KALFALAR VE ÇIRAKLAR 
Bir tür feodal hiyerarşi, zanaat örgütünü düzenliyordu: usta, kalfa, çırak. Ustalar, yavaş yavaş, ayrıcalıklı bir grup oluşturdular. Her kalfaya, ustalığa geçme yetkisi verilmiyordu. Loncaya kabul edilmek için üstün nitelikte bir nesne, bir şaheser yapmak gerekiyordu. Eğer özel bir kurul, bu nesnenin kurallara tümüyle uygun olduğuna karar verirse, ancak bundan sonra işçi, ustalığa kabul edilebiliyordu. Öte yandan kalfa, ustalığa kabul edilişinin onuruna bir şölen vermek için büyük bir para harcamak zorundaydı. Zamanla, şaheserler ortaya koymak, giderek daha karmaşık bir iş oluyor ve pratik olarak, yalnızca ustanın oğulları ve yakın akrabaları ustalığa kabul ediliyor.
Kısacası, artık ustalığa geçmek iddiasında bulunamayan sürekli bir kalfalar sınıfı vardı; bunlar, birlikler, kardeşlik dernekleri kuruyor ve ortaklaşa haklarını savunuyorlardı. Böylece meslekler arasında ve bir mesleğin içinde, maddî bir farklılaşma kendiliğinden ortaya çıktı: Ticaret sermayesi, giderek, zanaatçıları sömürüyordu. Büyük ticaret merkezlerinde, bazı kişiler, aracılar, imal edilmiş [sayfa 190] eşyayı satınalıyorlar, hammaddeleri dağıtıyorlardı. Öyle oldu ki, bunlardan hammadde alan zanaatçı, kendi imal ettiği malları da onlara satıyordu. Az varlıklı usta-zanaatçı1ar, hammaddeleri kredi ile alıyor, yapılmış eşya ile borcunu ödüyordu; giderek meslekten tacirler haline gelmiş olan aracının boyunduruğu altına düşüyorlardı.

TEFECİ SERMAYE 

Paranın önemi arttıkça, emekçiler ve feodaller gittikçe daha çok borç almak gereksinmesi duyuyorlardı. Önemli miktarda paraları elinde biriktirerek çok yüksek bir kâr yüzdesi ile borç veren bir sınıfın ortaya çıkışı, bundan ileri gelmekteydi. Burada da, para, gene sermayeye, ama bu kez tefeci sermayesine dönüşüyordu. Onun hareketinin formülü, doğal olarak, ikincisinin tutan birincisinden daha büyük olmak üzere, P-P' (para -para) oluyor.
Tacirler de ödünç almalardan (istikrazdan) vazgeçemiyorlardı, kredi ve kambiyo işlemleri genişlemişti. Bankalar doğdu. İlk bankalar, Kuzey İtalya kentlerinde kuruldu; çünkü orada meta-para ilişkilerinin gelişmesi 13. ve 14. yüzyıllarda büyük bir hız kazanmıştı. Banka terimi bile, İtalyanca "banca", yani "sarraf masası" sözcüğünden gelir. İflâs, "banqueroute" terimi de, "banka rotta", yani "kırık sarraf masası" deyiminden türetilmiştir. Bir faizci iflâs ettiği zaman, onun masasını kırmak âdetti.
Öte yandan tefeci-bankacılar, muhtaç durumdaki zanaatçılara "yardımlarda bulunuyordu"; böylelikle, onların daha da, yoksullaşmasına yolaçıyordu.

SÖMÜRÜCÜLERE KARŞI SAVAŞIM 
Kalfalar, iflâs etmiş zanaatçılar ve öteki yoksul kentli grupları, yavaş yavaş, tacirler, tefeciler, varlıklı zanaatçılar, feodal aristokrasi gibi zenginlere karşı duran kentlerin yoksullar sınıfını oluşturdular.
Mülksüzler, sömürücülere karşı kendiliklerinden isyan ediyorlardı. Ama o dönemde, bu ayaklanmalar, kurulu düzeni sarsamıyordu.


2. META-PARA İLİŞKİLERİ VE KIR RANTTA DEĞİŞİKLİKLER 
Pazarda satmak üzere yapılan üretimin genişlemesi, tarım ilişkilerinin gelişmesini de etkiledi, angarya-rant (emek-rant) önemini yitirdi. 13. yüzyılın ortalarında, Avrupa ülkelerinin çoğunda, aynî-rant (ürün-rant), ve özellikle para ile ödenen rant, yani para-rant, yaygın durumdaydı.
Ortaçağın başlangıcında, aynî olarak ödenen yükümlülüklerin yerini malî yükümlülüklerin alması, raslantıya bağlı ve ikincil nitelikte bir şeyken, artık para toplama ve onu çoğaltıp yığma, feodal senyörlerin, esas amacı haline geliyordu. Emek-rant ve aynî-rantın yerine, para-rantın geçmesi (rantta değişiklik) yaygınlaştı. Gittikçe daha sık olmak üzere, köylüler, emeklerinin ürünlerini pazarda satmak zorunda kalıyorlardı.
Para-rantı artırmak isteğinde olan feodaller, köylülere bir ölçüde iktisadî bir özerklik tanıyorlardı. Bu, yüzden, köylünün kişisel bağımlılığı, feodalin gözünde önemini yitiriyordu. Feodalin, köylünün kişisel köleliğinden gelme ödemelerin yerine, büyük bir para almakta kazancı vardı. Özgürlüklerin satınalınması için çok yüksek, çoğu kez köylünün gücünün üstünde bir fiyat konuluyordu. Köylüler, böyle bir "azat olma"ya itiraz ediyorlardı. Feodaller, sık sık köylüleri "azat olmaya" zorla razı edebilmek için silahla tehdit etmek zorunda kalıyordu.

KÖYLÜLER ARASINDA ARTAN EŞİTSİZLİK 
Köylülerin ticarî işlemlere katılmaları, servet eşitsizliklerinin artmasına yardımcı oldu. Buna, tarım ilişkilerindeki değişikliklerin de katkısı oldu. Topraktan yararlanma (tasarruf [sayfa 192] hakkı), 12. ve 13. yüzyıllarda kesin olarak kalıtsal bir nitelik aldı. Mirasçıların sayısının çokluğu, köylü topraklarının parçalanmasının nedeni oluyordu. Bir köylü, kendi tarlasından istediği biçimde yararlanabilirdi: satabilir, toprak satınalabilir, rehine koyabilir vb.. Bununla birlikte, sözcük anlamıyla, toprak satmak sözkonusu değildi, ancak yararlanılmakta olan toprağın tasarruf hakkı satılabilirdi. Feodaller arasında da, toprağa ait anlaşmalar, benzer niteliklere bürünüyordu. Feodaller, toprak yükümlülüklerinin kaldırılması "hakkı"nı satınalıyor ya da satıyorlardı.
Köylülerin hepsi para yükümlülüklerini ödeyecek durumda değillerdi. En yoksulları, kendi toprak paylarının tamamını ya da bir bölümünü yitiriyorlardı. Birçok köylü işletmesi, tefecilere yem oldu. Tefeci sermayesi, toprağa ait ilişkiler alanına da girmeye başladı. Muhtaç köylüler, toprak paylarını rehine koyuyorlar ve çoğu durumda, faiz yüzdeleri çok yüksek olduğu için, topraklarını geri alamıyorlardı. Daha varlıklı köylüler, yoksullaşmış komşularının topraklarını satınalıyorlardı. Zengin köylülerin tarlaları, çoğu kez, alışılagelmiş parsellerden birkaç kat daha büyüktü.

TOPRAĞIN KÜÇÜK KÖYLÜLER TARAFINDAN KİRALANMASI 
Feodal toprak sahipleri, köylülerin emek ürününün büyük bir kısmını kendilerine malediyor, aynı zamanda köylülerin yükümlülüklerinin daha da ağırlaştırılması için baskı yapıyorlardı. Bununla birlikte, her zamanki ödemelerin artması, büyük toplumsal çalkantıların nedeni olabiliyordu.
Egemen feodal sınıf, en başta Fransa'da ve Güney Hollanda'da, kendisini tatmin edecek olan para-rant sistemini birdenbire hazırlayıp kotaramadı. Birçok laik ve kiliseye bağlı feodaller, malî güçlüklerine çare bulmak için, daha büyük feodallerden ya da tefecilerden ödünç para alıyorlar, bunun sonucu olarak onların bağımlılığı altına giriyorlardı.
Feodaller, köylülere (ve tacirlere) birçok yerel vergi, [sayfa 193] ayakbastı parası ödemeyi kabul ettiriyorlardı. Bu ödemeler, feodaller için yalnızca önemli bir gelir kaynağı değil, aynı zamanda, köylüler üzerinde bir baskı aracıydı. Bir köylü, sürüsü için geçiş parası, ayakbastı hakkı ödüyordu (elbette ki çoğu kez bu hayvanları satmak sözkonusu değildi). Pazar vergisi de ödüyorlardı; ticaret işlemleri bir hukuka tâbiydi.
Ama bu ödemeler, feodal mal sahiplerinin açlığını doyurmuyordu. Birçok toprak sahibi, kendi yurtluklarının topraklarını, intifa hakkına sahip köylülerin ötedenberi ödediklerinden çok daha yüksek bir fiyatla, üç aylık vade ile, kiraya veriyordu. Feodaller için kârlı olan bu küçük köylü kira sistemi, yavaş yavaş genişliyordu. Kira, çoğu kez ürünün bir bölümü, bazan da yarısı ile (Fransa'da olduğu gibi) ödeniyordu.
Varlıklı köylüler, önemli toprakları, tekrar küçük tarlalar halinde yoksul köylülere kiraya vermek üzere kiralıyorlardı.
Köylü kiralamalarının genişlemesi, feodal üretim ilişkilerinin evrimine tanıklık ediyor. Senyörlere ait işletmelerin önemi azalıyordu. Ortaçağ köyünün iktisadî yaşamında köylü işletmesinin önemi artıyordu.
Köylülerin feodal senyörler tarafından aşırı ölçüde sömürülmeleri, köylüleri kendi ürünlerinden yoksun bırakan başlıca araçtı, ama tek araç değildi. Ticarî işlemlere katılmak zorunda olan köylüler, varlıklı köylüler bunun dışında olmak üzere, tacirler tarafından konulan tekel fiyatları ve loncaların tekel fiyatları yüzünden kayba uğruyorlardı.
Sonuç olarak, meta-para ilişkileri içinde yeralan köylüler, özellikle yoksul köylüler, gittikçe daha acımasızca sömürülmekteydiler.

KENTLERİN İKTİSADÎ BÜYÜMESİ VE
YEREL PAZARLARIN GELİŞMESİ 

Ticaretin gelişmesi, sürekli pazarların yaratılması kentlerin [sayfa 194] durumunu sağlamlaştırıyor ve feodal devletin iktisadî yaşamında kentlerin önemini artırıyordu. 13. ve 14. yüzyıllarda, Avrupa'da ulusal pazarlar henüz oluşmamıştı. Bununla birlikte, bütün kentlerin ve kasabaların bir pazarı vardı.
Dış ticaret ilişkilerinin genişlemesi, meta-para ilişkilerinin gelişmesine sıkı sıkıya bağlı oldu. En çok aranan metaların toptan alışverişinin yapıldığı panayırlar, dış ticaret ilişkilerinin genişlemesinde önemli rol oynuyorlardı. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinin tacirlerinin karşılaştıkları Fransa'nın Champagne kenti, Avrupa'nın önde gelen ticaret, merkezlerinden biri oldu. Baltık Denizi ve Akdeniz bölgeleri de canlı birer ticaret merkezi oldular. Wolin, Arkona, Szczecin, Gdansk vb. gibi Slav kentleri, Baltık Denizinde, ticaret ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynadılar. Akdeniz ticareti, Avrupa ülkeleri ile Kuzey Afrika ülkelerini birbirine bağlıyordu.

BURJUVA TARİHÇİLİĞİNDE KENT SORUNU
Burjuva tarihçileri, kentin evrimi ve onun kökeni sorununun özünü tahrif ederler. Burjuva yazarlar, zanaatçılıkta tarımın ayrılmasına ve daha sonra pazar aracılığı ile tarımla birleşen zanaatın, toplumsal üretimin bağımsız bir kolu haşine dönüşümüne, gereken önemi vermezler. Burjuva yazarlar, ortaçağ kentinin ortaya çıkışı ve gelişmesi ile feodal toplumda meta üretiminin ve iç pazarın gelişmesi arasındaki ilişkiyi görmüyorlar. Sorunun biçimsel hukuksal yönü üzerinde duruyorlar. En çok, çevresinde bir kentin oluştuğu evler kümesi (kasaba ve köy) tipini aydınlatmaya, bu kümenin eski kurumlarının nasıl bir ortaçağ kenti haline döktüklerini bilmeye çalışıyorlar. Burjuva tarihçiliği, iktisadî sorunlarla ilgilendiği zaman, bu sorunları, kentin ve feodal toplumun genel iktisadî yaşamı dışında çözümler.
Başka tarihçiler yanında, 19. yüzyılın birinci yarısında, [sayfa 195] Fransız tarihçisi Reynouard'ın da paylaştığı bir teori gereğince, ortaçağ kenti, düz bir çizgi halinde son dönem Roma kentinden geliyordu. Bu teorinin yandaşları, kentlerin, Roma İmparatorluğundan günümüze değin kesiksiz olarak geliştiği fikrini savunuyorlardı.
Almanya'da 19. yüzyılın ortasında yaygınlık kazanan "patrimuan teorisi"nin yandaşlarına göre, kent, ancak feodal miras-irattan bu yana genişledi. Bunlar, kent nüfusunun başlıca tabakalarının yurtluktan geldiğini, kent kurumlarının ise bu nüfusun yönetim organizmalarının gelişmesinin bir sonucundan başka bir şey olmadığını söylüyorlardı.
Almanya'da "burg (kent) teorisi" doğdu (Wilde, Gierke, Keitgen); bu teori gereğince, kent belediyesinin (komününün) temelinde Cermenlerin, kentin duvarları dibinde yerleşmiş üyelerini korumak üzere yapılmış askerî ittifakları vardı.
Bu arada, İngiliz tarihçisi Matland tarafından, geçen yüzyılın sonlarında formüle edilen "garnizon teorisi"nden sözedelim. Matland'e göre büyük toprak sahibi İngilizler, kendi adamlarını, berkitilmiş yerler kurmaya ve garnizonları koruyup bakmaya gönderiyorlardı. Bu berkitilmiş yerler, kent haline geldiler. Matland'e göre, bir kenti köyden ayıran, kent evlerinin ve kentteki toprak paylarının köydekinden farklı olarak kendiliğinden birçok mülk sahibine ait olmasıdır
Maurer, kendi "mark teorisi"ni, kentin kökeni sorununu içine alacak biçimde genişletmiştir. Maurer'e göre, bir ortaçağ kentinin nüfusu ve organizasyonu, Alman kabile topluluğu mark ile doğrudan doğruya ilgilidir.
"Pazar teorisi"nin temsilcileri (herkesten önce Alman tarihçi Sohm) bütün dikkatleri, sorunun hukuksal yanı üzerinde topluyorlardı. Kentin niteleyici özellikleri, kent hukukunda yansımaktadır. Bu kent hukuku ise, pazarın yarattığı ayrıcalıklara dayanmaktaydı.
"Pazar teorisi", H. Pirenne tarafından daha çok geliştirildi. [sayfa 196] H. Pirenne'in görüşleri, burjuva tarihçiliği üzerinde büyük bir etki yaptı ve yapmaktadır. Pirenne, ticaretin önemini abartır. Ona göre, ticaret, ortaçağ kentinin başlıca kökeni, tüm feodal toplumun iktisadî ilerlemesinin başlıca etkenidir. Kenti yaratanlar, tacirlerdir. "Dünya ticareti"nin gelişmesi, ona göre, antikçağ ile ortaçağı bir tek bütün halinde birleştiren etkendir. Pek çok çağdaş burjuva tarihçisi, gerçekten bilimsel bir tahlille pek de ortak yanları olmayan kendi görüş açılarını kurmak için, Pirenne'in teorisini kullanırlar.
Görüyoruz ki, burjuva tarihçileri ve iktisatçıları, ancak temel süreçlere eşlik eden dış etkenleri dikkate almaktadırlar. İktisadî ve toplumsal olayların maddî özü, onlar için anlaşılmaz bir kitap gibidir.


3. EGEMEN FEODAL SINIFIN SİYASETİ YENİ DEVLET BİÇİMLERİ 


MERKEZİLEŞMENİN İLERLEMESİ 

Meta-para ilişkilerinin gelişmesinin sonucu olan toplumsal koşullardaki değişme, egemen sınıfları, siyasal iktidar biçimlerini de değiştirmek zorunda bırakıyordu.
Yeni feodal devlet, büyük toprakların iktisadî birliğine dayanan, merkezileşme eğiliminden ileri geliyordu. Siyasal birleştirme ve merkezî devletlerin kuruluşu, ilerlemiş feodalite çağının önemli olgularından biri oldu.
Merkezî siyasal örgütlenme biçimlerindeki daha sonraki değişiklik, en tamamlanmış biçimlerini, İngiltere ve Fansa'da aldı. 20. yüzyıla değin, sınıf savaşımının, her seferinde kesin bir sonuca varması, başka ülkelerden çok Fransa'da görüldü. Savaşımda kapalı alan görevi yapan değişik siyasal biçimler, en belirgin olarak, bu ülkede görülebilmekteydi. Fransa'da merkezileşme, 12. yüzyılda Kapetyenler zamanında [sayfa 197] başlayıp 15. yüzyılın sonunda, Valvalar zamanında tamamlanmak üzere, krallık iktidarının derece derece güçlenmesinden ileri geliyordu. Fransa kralları, büyük feodalleri birer birer yendiler. Büyük senyörler tarafından ezilmekte olan küçük ve orta feodallerden destek görüyorlardı.
Kent ve kentliler, Fransa'nın siyasal bakımdan birleştirilmesinde ve krallık iktidarının güçlenmesinde, belirleyici bir rol oynadı. Zanaatçıların ve tacirlerin, ticaret yollarının güvenlik altında olmasında ve içerde sağlam ticaret bağlarının yaratılmasında, çıkarları vardı. Aralarındaki savaşım yüzünden ülkede savaşlar ve yağma gibi kargaşalıklar çıkmasına neden olan bazı feodallere karşı, krallık iktidarını desteklemek için anlaşıyorlardı.
Krallık iktidarı, yani feodal sınıfın ortak çıkarlarının sözcüsü, ticareti ve kentlerde zanaat imalâtını koruyup gözetmekte yarar görüyordu ve bunun için de bu çağda ilerici bir rol oynadı.

TOPLUM KATLARINDA FEODAL MONARŞİNİN KURULUŞU
Merkezî iktidar güçlenirken, Fransız kralları, gene de, uzun bir süre içinde kurumlaşmış olan bir feodal konseyi, zaman zaman toplantıya çağırıyorlardı. Bunu, önemli kararlar vermek için, laik ve dindar büyük feodallerin rızasını almak gereğini duydukları zaman yapıyorlardı.
12, yüzyıldan bu yana, krallar, büyük kentlerin varlıklı çevrelerinin temsilcilerini bu konseye çağırdılar. 14. yüzyılın başlangıcından, Philippe IV zamanından bu yana da, bu meclisler, sürekli meclisler haline geldiler ve Kuzey ve Güney eyaletleri için ayrıca toplanmakta olan eyalet meclislerinden farklı olarak "Genel Meclisler" ("Etats Generaux") adını aldılar.
Çeşitli toplum katlarının -rahipler, soylular ve kentliler- temsilcileri, krallık iktidarı tarafından alınan önlemleri kabul ediyor, karşılığında, bazı ödünler istiyorlardı. [sayfa 198] Böylece, hükümet üzerinde dolaysız bir etki kuruyorlardı.
Meclisteki delegeler, ayrı ayrı yerlerde oturuyorlardı, Genel olarak, "üst" toplum katlarının, rahiplerin (birinci kat) ve laik feodallerin görüşleri, kent temsilcilerinin görüş ve fikirlerinden ayrılıyordu.
O çağda, başka ülkelerde görülen, meclislerde temsil olunma, örneğin İngiltere'deki parlamento, feodal devletin yeni bir aşaması idi. Temsilî feodal devlet, "toplum katları monarşisi" ("monarchie des ordres"), feodaller sınıfının egemenliğinin siyasal biçimi oldu. Bu, feodal toplumda üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin evriminde, yeni bir aşamaya uygun düşüyordu. Feodal devletin bu yeni biçimi de, egemen sınıfın, halk yığınlarının sömürüsünü ağırlaştırma eğilimini karşılıyordu.


4. MERKEZÎ RUS DEVLETİ


RUS TOPRAKLARININ BİRLEŞTİRİLMESİ 
Merkezî Rus devleti, 15. yüzyılın sonunda kuruldu. Rus topraklarının iç birliği, 13. yüzyıldan beri Rusya üzerine çöken Tatar-Moğol boyunduruğunun devrilmesiyle aynı zamana raslar. Moskova, devletin merkeziydi. Feodal bölünmenin kaldırılması, yeni bir iktisadî ve kültürel ilerlemenin öncüllerini yaratıyordu.
Rus topraklarının birleştirilmesi işinin bitirilmesi ile devlet organizmalarının yapısında değişiklikler ortaya çıktı. Artık, prense, Boyarlar (büyük feodaller) Konseyi, Boyarlar Duması yardım ediyordu. Dumada, aynı zamanda, belediye milislerinin şefleri, prens hazinesinin muhafızları, veznedarlar da yer alıyordu. Kentlere ve kantonlara (genel olarak bir yıl için) boyarlar ya da daha alt feodaller, arasından seçilen valiler gönderiliyordu. Ücret olarak, yükümlülükleri toplamak hakkına, ya da o zamanlar denildiği gibi "iaşe hakkı"na sahiptiler. Bu sistem, yönetsel görevlerle prensin kişisel yurtluğunun yönetilmesi arasında [sayfa 199] çok açık bir sınırlama yapmıyordu. Rus topraklarının birleştirilmesi, başında bir büyük-prens ile bir Rus feodal monarşisinin yaratılması sonucunu doğurdu. Boyarlar Duması, giderek sürekli bir kurum haline geldi. Yönetim organları ortaya çıktı; bunlar, 16. yüzyılda, "prikaz'lar haline, bir tür bakanlıklar haline geldiler. Büyük feodallerin ayrıcalıkları azaldı. Yurtluk sahiplerinin, artık en önemli sorunları çözümlemek hakları yoktu; bu sorunlar, büyük-prens tarafından atanan ve prikaz tarafından denetlenen valinin yetkisi altında çözümleniyordu.
Feodal bölünme çağında, boyarlar ve kendi askerî birliklerine sahip olan öteki feodaller, prense hizmet etmeyi reddedebilirlerdi. Merkezî devlet bir kez kurulduktan sonra, büyük-prensler, boyarları, kendi uygun gördükleri biçimde mülklerini "yönetme" ve "sadakat" taahhüdünde bulunmaya zorladılar. Bu, yurtluklar, sistemiydi. Orta ya da küçük feodaller, prensin hizmetinde, yurtluklar, yani "pomeste" ya da "dvor"lar alıyorlardı. "Pomeşçik" (büyük toprak sahipleri) ve "dvoryane" (soylular) terimleri buradan gelir. Kentlerde ve köylerde, silah altına alınan milislerin sayısı artmıştı. Tisyatskinin (belediye milislerinin şefi) görevleri kaldırıldı ve milisler büyük-prense bağlandılar. Devlet hazinesine ve maliyeye ait kurumlar güçlendirildi, kendi yurtluklarında vergileri tahsil eden ve bunun önemli bir kısmını kendine ayıran büyük feodallerin ayrıcalıkları azaltıldı.
Ama büyük feodallere karşı olan bu önlemler, köylülerin durumunda hiçbir değişiklik yapmıyordu. Tersine, senyörler, köylüleri sıkıştırmaya, onları ezmeye bakıyorlardı: sömürü artmıştı.
Rus devleti, özellikle, 16. yüzyılın ikinci yarısında, "Korkunç" sıfatıyla anılan İvan IV zamanında güçlendi. Tahta geçer geçmez, kendisine "Bütün Rusyalıların Çarı" unvanını verdi. [sayfa 200]

PAZAR BAĞLARININ GELİŞMESİ 

Merkezî Rus devleti, meta-para ilişkilerinin gelişmesiyle güçlendi. Tek ulusal pazar, 18. yüzyılda oluştu. Ama bunun kökenleri, 16. yüzyıla değin uzanır. Zanaat sanayiinin kentlerde hızla gelişmesi ve yerel pazarların gelişmesi, bu devirde olmuştur. 16. yüzyılın 80 yıllarında, Novgorod, yaklaşık olarak, 200 meslek ve çeşitli sanayie sahipti; Kazan'da 100 kadar meslek ve çeşitli sanayi vardı. Zanaat üretimi, farklılaşmanın büyüklüğü ile belirleniyordu. Demiri işleyenler arasında iğne yapımcıları, düğmeciler vb.; silah yapımcıları arasında, yay, kılıç, balta vb. yapımcıları bulunuyordu. Giyside, ulusal kılık uzmanları vb. bulunuyordu. Artmış olan toplumsal işbölümü, ticareti kolaylaştırıyordu. 16. yüzyıl kentlerinin birçoğu büyük ticaret merkezleri haline gelmişlerdi. Bu yüzyılın 60 ve 70 yıllarında Psikov'da işlerin çoğunluğunun görüldüğü tacirler çarşısının dışında, çeşitli büyüklüklerde daha 1.300 ticaret yeri vardı. Bunlar, Kazan'da 644, Moskova yakınlarında Kolomna'da 450 idi.
Köylüler, pazarda, kendi işletmelerinin ürünlerini satıyorlardı.
Yerel pazarlar arasında, yavaş yavaş, pazarlar arası ilişkiler kuruluyordu. Örneğin Novgorod'da, 16. yüzyılda, özel tacirler çarşısı vardı: Tver çarşısı, Psikov çarşısı. Bazı kentlerde panayırlar kuruluyordu. Moskova, kentler arasında bağ görevi görüyordu. 15. yüzyıldan beri büyük bir ticaret ve zanaat merkeziydi. İngilizler, Moskova'yı Londra'dan da büyük bir kent sayıyorlardı.
Öte yandan dış ticaret de ilerlemekteydi. Rus tacirleri, Baltık Denizi bölgesinde her yana gidiyorlardı. Volga, Avrupa pazarlarını, Hazar Denizi ve Orta Asya pazarları ile birleştiriyordu.
Meta-para ilişkilerinin gelişmesi, toplumsal yapıyı daha [sayfa 201] karmaşık bir hale getiriyor, zanaatçılarla köylüler arasında farklılaşmayı sağlıyordu. Büyük tacirler özel bir lonca, bir "alışverişçiler" grubu ve ayrıcalıklı sotniya"yı, tacirler sotniyası ve kumaşçılar sotniyasını kurdular. O çağa ait belgeler "orta" kişilerden, ticaretle uğraşanlar ve kentlilerden (yani zanaatçılardan) ve halkın en yoksul kısmından sözederler. Kırda daha varlıklı hale gelmiş olan bazı serf-köylüler, özerkliklerini satınalıyorlar, zanaatçı ya da tacir oluyorlardı.

HİYERARŞİK FEODAL MONARŞİ
16. yüzyılın ortasında, Rusya'da hiyerarşik feodal monarşi kurulmaktaydı. 1549'da ilk kez, bir Devletler Meclisi, toplantıya çağrılmıştı. Egemen sınıfın üst tabakalarının: boyarların, rahiplerin, Moskova soylularının temsilcilerini içine alıyordu. Temsilî meclisin 1566 toplantılarına, tacirlerin ve zanaatçıların delegeleri de katıldılar.
Durumunu güçlendirmek ve eski aristokrat ailelerin etkisini zayıflatmak amacıyla, çar hükümeti, 16. yüzyılın ortalarında, devletin yönetiminde ve yapısında reformlar yapılmasını emretti.
16. yüzyılın sonunda, Rus hukukunda yasaların derlenmesi, yargılama usullerinin düzene konması, özel bir yasa kitabının doğmasının nedeni oldu, 1550'de yeni bir yasa kitabı çıktı. Yasalar, iktidar aygıtının güçlendirilmiş merkeziyetçiliğini onaylıyordu. Merkezî yönetim organizmalarının yargılama usulündeki rolü, daha hissedilir hale geliyordu. Yöneticilerin adlî görevleri sınırlandırılmıştı, zengin burjuvalar, özgür çiftçiler, devlete ait topraklar üzerinde oturan, kişisel bakımdan özgür köylüler, mahkemede oy sahibi oldular. Malî sistemdeki değişiklikler, köylüler ve kentliler üzerine binen daha ağır yeni yükümlülüklerle sonuçlandı.
Merkezî yönetim kurumları, yeniden düzene kondu. Her [sayfa 202] prikaz, hükümetin bir kolunu yönetiyordu. Örneğin, razriadlar prikazı, askerî işlerle yükümlüydü; elçiler prikazı, dış politika ile uğraşıyordu.
Adlî ve yönetsel reformlar önemli bir rol oynadı. Bölgelerde, suç işleyenler, yöneticiler tarafından değil, yerel soylular arasından atanan özel görevliler tarafından yargılanıyordu. Bazı bölgelerde, özellikle köylülerin çoğunluğunun özgür oldukları kuzeyde, valilerin yerini, yerel yönetsel organizmalar aldı. Bu organizmaların üyeleri, kent halkı ve varlıklı köylüler arasından seçiliyordu.
Yerel yönetimde yapılan reformlar, feodal bölünmenin izlerini kaldırmaktaydı.
Birliklerin savaş gücünü yükseltmek için, ordu, bir tek komutanlığın emrine verildi. Merkezî iktidar tarafından komuta edilen sürekli bir ordu kurulmaya başlandı.
Büyük senyörlerin ayrıcalıklarını kaldırmak amacıyla, bütün soylular, askerî hizmet bakımından eşit kılındı. 1556 yönetmeliği gereğince her laik feodal, sahip oldukları topraklar üzerinde, belirli sayıda tam silahlı şövalye bulundurmak, beslemek zorundaydılar. Buna karşı gelenler, para cezası ödüyorlardı. 60 yıllarında, "opriçnina"nın yaratılması, eski aristokrasiye büyük bir darbe indirdi. Devlet ikiye bölündü: ulusal topraklar ("zemşçina"), ve çarın kendine ait olan özel araziler ("opriçnina") (opriç - özel).
Ulusal topraklar ("zemşçina"), başlıca çevre topraklarını içine alıyordu; çar toprakları ("opriçnina") ise özellikle gelişmiş ticaret ve sanayi bölgelerini, merkezî iktidarın desteği olan soylular mülkiyetindeki genelleşmiş toprakları, eski boyarlar ve prens ailelerinin tasarrufundaki bölgeleri içine alıyordu.
Özel topraklar "opriçnina", Rus devlet toprakları yüzeyinin hemen hemen yarısını oluşturuyordu. Ödün adı allında, çar, bazı prens ve boyarlara fazladan topraklar veriyordu. Elkonulmuş toprakların bir bölümünü, kendi "opriçninasının [sayfa 203] hizmetkârları"na dağıttı. Bunlar da, opriçnikler alayını oluşturuyorlardı. Opriçninanın yaratılması, feodal prenslerin ve boyarların ekonomik gücünü baltaladı ve siyasal etkilerini hissedilir ölçüde zayıflattı. Opriçnikler daha çok dürüstlük ve doğrulukları kuşku götürmeyen küçük soylular tarafından toplanıyordu.
Daha sonra, opriçnina yeniden örgütlendirildi. Bütünüyle, bir sistem olarak sürdürüldü. Ama "opriçnina" resmî adının yerini, "hükümdar sarayı" terimi aldı.
Daha sonra, 1576'da, opriçnina kesin olarak kaldırıldı. Başlıca amaca varılmıştı; büyük toprak mülkiyeti bölünmüş, en güçlü feodallerin kökü kazınmış ya da güçsüz hale getirilmişti. Opriçninanın olumsuz etkileri görüldüyse de, ilkesi içinde, merkezileşmiş feodal Rus devletini güçlendirmeye yardım etti.

RUS DEVLETİNİN ULUSLARARASI ETKİSİ
Rus devletinin Korkunç İvan zamanında sağlamlaşması, Rusya'nın uluslararası saygınlığının artmasını sağladı. Pek çok ülkenin hükümetleri, Rusya ile diplomatik ve ticarî ilişki kurup geliştirmeye giriştiler. İngiltere, Hollanda, İspanya, Danimarka, İsveç, Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu (Türkiye) ve İran'ı sayalım.
16. yüzyılın ortasına doğru, Rus kültürü, gerçek bir açılıp gelişme gösterdi. 16. yüzyılın birinci yarısı, matbaacılığın Rusya'da ortaya çıkışını haber verir. Rus bilim ve edebiyatı filizleniyordu. Mimaride yüksek bir olgunluğu ve oturmuşluğu temsil eden Rus ulusal üslubu ortaya çıktı. Kültürün filizlenmesi, Rus devletine karşı öteki ülkelerin ilgisini artırmaya yardım etti.
Akraba halklarla siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkiler gelişiyordu. Ukraynalılar ve Biyeloruslara göre, Rus devleti, yabancı baskıya karşı savaşımda kendilerine yardım eden elverişli bir güçtü. Öte yandan, Rus devleti, Bulgarların [sayfa 204] garların, Sırpların, Yunanlıların ve öteki halkların savunuculuğunu yapıyordu. 

5. ASYA VE AFRİKA ÜLKELERİNDE FEODALİTENİN GELİŞMESİ 

İLERİ FEODALİTE ÇAĞINDA ÇİN 
Çin için ileri feodalite çağı tarihi, T'ang İmparatorluğu çağı olan 8. yüzyıldır. Bir feodal mülkiyet biçimi, yerini, bir başkasına bırakıyordu. Devlet tarafından düzenlenen pay sistemi, yavaş yavaş feodal tasarrufa yer veriyordu. Büyük feodaller, daha sonra, orta ve küçük feodaller, durmadan köylülerin işledikleri toprakları kendilerine malediyorlardı.
Toprağı paylaştırma sisteminin ayırdedici özelliği olan doğal ekonomi, tarımla zanaatçılığın kaynaşması, tehlikeye girmişti. Ticarî üretim kendi atılımını yapıyordu; eski kentler, zanaat ve ticaret merkezleri haline geliyordu. Köylü topluluğunun bağrında servet farklılaşması derinleşmişti, ayrıca bu da toprağı paylaştırma sistemini tehlikeye sokuyordu. 8. yüzyılın sonunda, feodallerin elkoydukları topraklar, resmen onların mülkü olarak tanındı.
Senyörün evi ve eve ilişkin hizmetler, feodal yurtluğun merkezinde bulunuyordu. Köylü evleri, senyörün şatosunu çevreliyordu. Köylüler, iki kategori oluşturuyorlardı: bütün haklara sahip olan komün üyeleri, "patronlar" ve dışardan gelme "konuklar". Bu ikinciler çoğunluğu oluşturuyordu: bunların ne üretim aletleri, ne tohumları, ne hayvanları vardı, hepsini senyörden alıyorlardı. Köylüler, toprağı kendileri işliyorlar, senyöre ürünün bir bölümünü, genel olarak en az yarısını veriyorlardı.
Buda Tapınağı, Çin'in en büyük toprak sahibiydi. 9. yüzyılın ortalarında, Buda manastırları, 60 milyon hektar toprağa tasarruf ediyorlardı.
Yeni feodal tasarruf biçimlerine geçiş, ülkenin siyasal [sayfa 205] bölünmesini belirginleştirmeye başladı. Geniş bölgelerin valileri, tze-du-şi'ler, imparatorluk iktidarına ancak görünüşte boyuneğiyorlardı, ama kendi siyasetlerini yürütüyorlardı. Feodal bölünmenin ve köylülerin artan mülksüzleşmesinin ortasında, anti-feodal savaşım, köylülerin sınıf savaşımı, güçleniyordu.
Feodal bölgelere ayrılma, 10. yüzyılın başında, T'ang'ların düşüşü ile daha belirginleşti. Bununla birlikte, merkeziyetçiliğin öğeleri, Çin'in siyasal düzeninde varlıklarını sürdürdüler. Çin'in siyasal düzenini, aynı çağın Avrupa devletler ininkinden daha sürekli kılan bu öğelerdi. Kölelik çağında da benzer roller oynamış olan bentlerin ve barajların, bütünüyle sulama sisteminin onarılması ve genişletilmesi için kamu hizmetlerine başvurulması zorunluluğu, merkeziyetçiliğe yardımcı oluyordu. Bu kamu işlerini küçük bölgeler kademesinde yürütmek olanaksızdı.
Bölgeler arasında meta dolaşımının ve iktisadî bağların, merkezleşmenin sağlamlaşmasında büyük payları oldu. Feodaller de, halk hareketlerinden ve göçebelerin istilâsından korktukları için, merkezî iktidarın devamında çıkar gördüler.
10. yüzyılın başında, göçebelerin güçlü kabilesi K'i-tan'1ar, Kuzey Çin'in büyük bir kısmını ele geçirdiler. İmparatorluğun siyasal iktidarı zayıfladı, ama 10. yüzyılın ortalarında, K'i-tan'ları geri püskürttükten sonra, 13. yüzyılın sonuna, Çin'de ileri gitmiş feodalite döneminin sonuna değin hüküm sürmüş olan Song hanedanının iktidara gelişi sayesinde, yeniden güçlendi.

H İ N D İ S T A N 
Hindistan'da da, Çin'de olduğu gibi, gelişmiş feodal ilişkiler oldukça erken (7. yüzyıldan başlayarak) oluştu.
Feodal tasarruflar ikiye bölünmüştü. Bir yandan, topraklar, prensler (mihraceler) hesabına askerî hizmet görmek zorunda olan feodallere aitti. İlke olarak bu topraklar, [sayfa 206] kalıtsal mülklerdi. Öteki topraklar, kayıtsız ve şartsız, feodallere aitti. Zaten, mihracelerin kendileri, muazzam yurtluklara sahiptiler.
Mihraceler tarafından feodallere verilen topraklar, kır komünlerinin toprakları henüz özel mülkiyet değilken, çoğu kez köy komünlerinden koparılıp alınıyordu.
Komünler, kendilerine verilen toprak parçalarını işleyen küçük ya da büyük ataerkil ailelerden oluşuyordu. Toprak, dönem dönem yeniden paylaştırılıyordu. Komünün bağrında servet eşitsizliği artıyordu, ama, bireysel aileler bir kez kurulduktan sonra, toprağın bu yeniden bölünmeleri seyrekleşti.
Bütün bu köy ortaklığının (komünün), kendi zanaatçıları ve komün hizmetlileri vardı. Bunlar, ürünün bir bölümünü alıyorlardı, öte yandan kendi küçük işletmelerine de tasarruf ediyorlardı. Zanaatçılar, komünün çok önemli olmayan gereksinmelerini kolaylıkla karşılayacak güçteydiler. Bu yüzden, onları, çalışmalarında kamçılayan bir şey yoktu, ürünü artırmakta hiçbir çıkarları yoktu.
Komünün başında, yaşlı bir kişi (doyen) bulunuyordu, ona bağlı bir grup kendisine yardım ediyordu. Durumları sayesinde, bu komün başkanlarının çok zengin olmak için geniş olanakları vardı. Çoğu kez küçük feodaller haline geliyorlardı. Hint komününün kapalı niteliği, feodal sömürünün güçlenmesine yardım ediyordu. Aynî-rant, bu sömürünün temel biçimlerinden biriydi. Öte yandan, köylüler, feodaller ve tapınaklar hesabına angarya yapmak zorundaydılar; kamu işlerinde, sulama sistemlerinin yapımında ve bakımında kullanılıyorlardı. Köylüler, yönetim aygıtının yürütülmesi ve dinsel bayramlar için bir sürü vergiler ödüyorlardı.
Büyük bölgeler kademesinde, taslak halinde belirmeye başlayan toplumsal işbölümü, meta-para ilişkilerinin gelişmesine yardım ediyordu. Rantın para olarak ödenmesi, verdilerin para olarak alınması olanağını doğuruyordu, bu da [sayfa 207] feodallerin köylüleri sömürmesini ağırlaştırıyordu.
Kölelik çağından süregelen kentler, ticaret ve zanaat merkezleri oldular. Çok usta olan Hint zanaatçıları, çok ince ipek ve pamuklu kumaşlar, halılar, mücevherat, sanat eşyası ve silahlar yapıyorlardı. Ama kesin olarak tarımdan kopmuyorlardı. Feodal rejim altında, Hint kentinin gelişmesi, kendini duyuruyordu.
Hint toplumunun, kölelik çağına değin uzanan ve günümüze değin varlığını sürdüren bir özelliği, "cati" halinde bölünmedir. Bu terim, genel olarak, klan, kabile, köken anlamlarına gelen Portekizce "casta" sözcüğü ile karşılanır. Kastlar, halk tabakalarını, kökenlerine ve mesleklerine göre biraraya topluyordu; bu, bir tür toplumsal işbölümüydü. Kastlar rejimi, emekçi yığınların sömürülmesini sonsuzlaştırmaya yaradı ve yaramaktadır.
Hiç kimse bu sınıflandırmanın dışında kalamazdı. Bir kasttan bir başkasına geçiş yasaktı. Kastların hiyerarşisi şöyleydi: brahmanlar ve kşatrıyalar, dinsel ya da laik feodalleri içine alıyordu. Sonra tefeciler ve tacirler geliyordu. Nüfusun geri kalanının çoğunluğu da, sudra kastlarını oluşturuyordu. Bir iç hiyerarşi de, bu kastları bölümlere ayırıyordu; bu bölümler, bölgeye ve milliyete göre, ayrıntılarda birbirlerinden farklıydılar, ama üst katlarda daima ayrıcalıklı bir tabaka vardı. Bu hiyerarşi basamaklarının tabanında en yoksul kastlar, en "pis" işleri yapmak zorunda olan kimseler yer alıyordu.
Kastlara bölünme, çalışma bakımından uyumsuzluk yaratıyor, sömürücülere, feodal devlete karşı onların ortak savaşımlarını engelliyordu.
Ortaçağ boyunca, devlet biçimleri, Hindistan'da, olduğu gibi kalmadı.
4. yüzyılın başında, Hindistan'ın kuzeyinde kurulan Guptalar İmparatorluğu, 5. yüzyılın sonunda Heftalit Hunlarının saldırıları altında dağılıp parçalandı. Kuzey Hindistan, küçük [sayfa 208] çapta birçok prensliklere bölünmüştü. Hindistan topraklarının geri kalanı da, bölünmüş durumdaydı. 12. ve 13. yüzyıllarda, Doğu İran'da yaşayan ve özellikle Türklerden oluşan kabileler, Kuzey Hindistan'ı ele geçirdiler. Fatihler, Hindistan'da feodal bir devlet olan Delhi Sultanlığını kurdular ve egemen feodal tabakayı oluşturdular. Onların müslüman olmaları, yerli halkla aralarındaki çelişkileri keskinleştiriyordu.
Köylülerin anti-feodal ayaklanmalarına kargı kendilerini güvenlik altına almak ve Moğol kabilelerinin saldırılarını püskürtebilmek üzere müslüman feodaller, merkezî feodal devleti sağlamlaştırmak için önlemler aldılar.

ARABİSTAN'DA FEODALİTENİN EVRİMİ 
Bir özellik: siyasal birliğin çekirdeği, dinsel topluluk oldu. Mekke'nin Kureyş kabilesinin Haşimî ailesinden bir tacir olan Muhammet Mustafa, islâmlığın, müslüman dininin kurucusu oldu (570-632).
Mekke'nin ileri gelenleri, Kabe'ye tapınma dininin yıkılmasının nedeni olan yeni dinin, Mekke'nin siyasal etkisini azaltmasından ve Arap kabileleriyle olan ticaret bağlarını baltalamasından korkuyorlardı. Onun için Muhammet ve müritlerinin, Medine'ye gidip yerleşmek üzere, 622'de, Mekke'den ayrılmalarını sağladılar. Bu tarih, ay yılına dayanan yeni bir müslüman takviminin başlangıcı sayıldı.
Medine'de müslümanlar, Eyuk ve Hazdarj Arap kabilelerinin reisleriyle ittifak kurdular. Muhammet, sekiz yıl Mekke ile savaştı. Savaş, o zamana değin Mekke'nin müttefiki olan Hicaz'ın bedevi kabileleri kendilerinden yana geçince, Muhammet'in müritlerinin zaferi ile sonuçlandı, 630 yılında, Mekke teslim oldu. Kureyşliler müslüman oldular, ve aynı zamanda, Kabe ile birlikte Mekke, islâmiyetin merkezi ve müslüman müminlerin yıllık hac yeri oldu. Muhammet, Allah tarafından gönderilmiş peygamber olarak kabul ediliyordu. [sayfa 209]
Mekke, Muhammet tarafından ele geçirildikten sonra, Arabistan'ın büyük bir parçası üzerinde iktidar, müslüman cemaatine geçti. Bu cemaatin başı Muhammet, en yüksek manevî, idarî, adlî ve askerî otoriteyi elinde bulunduruyordu.
Muhammet'in ölümünden sonra, ilk halife, (peygamberin ardılı) kayınbabası Ebubekir oldu. Müslüman cemaatinin başı, imamlık görevlerini (manevî liderliği) ve emirlik görevlerini (laik yönetimi) kendisinde topluyordu. Ebubekir (632-634) ve ikinci halife Ömer (634-644), Arabistan'ın birleştirilmesini tamamladılar ve bütün Arapları müslüman yaptılar.
Aynı zamanda, Araplar, Küçük Asya'nın Akdeniz ülkelerinin ve Orta Asya ülkelerinin fethine giriştiler. 636'da Araplar, Bizans ordusunu ezdiler, Suriye ve Filistin'i ele geçirdiler. Öte yandan Irak'ı istilâ ettiler ve Perslere karşı birçok zaferler kazandılar. 641 ve 645 arasında Mısır'ı ele geçirdiler, ve 7. yüzyılın ilk yarısının başlarında İran'a hükmettiler. 7. yüzyılın sonunda ve 8. yüzyılın başlarında, Araplar, Kuzey Afrika'yı ve İberik yarımadasının yarısından çoğunu fethettiler. Ele geçirilen ülkeler, başlarında Emeviler hanedanı olmak üzere, hilâfeti oluşturdular (661-750). Başkent, Mekke'den Şam'a (Suriye'ye) nakledildi. Arap hilâfeti, güçlü köleci ilişkilerin kalıntılarının sürdürüldüğü feodal bir devlet oldu. Ele geçirilen ülkelerde, Araplar, kural olarak, toplumsal üretime katılmıyorlardı. Halk, halifenin hazinesine aynî ya da nakit olarak bir toprak vergisi, haraç ve bir de baş vergisi, cizye ödüyordu.
Fatihler, ele geçirdikleri ülkelerin ekonomisinin, daha üstün olan kültürlerin ve daha çok gelişmiş olan toplumsal ilişkilerin etkisi altında kaldılar. Arapların bağımlı kıldıkları ülkelerdeki feodal ilişkiler, en yetkin ifadesini, Abbasî hanedanı zamanında Bağdat hilâfetinde (750-1258) buldu. Hilâfet merkezi, Halife Mansur tarafından, 762'de, Dicle [sayfa 210] üzerinde kurulmuş olan Bağdat kentine nakledilmişti. Arap aristokrasisi, Bağdat'ta, tekelci durumunu yitirdi. Artık egemen rol oynayanlar, İranlı feodallerdi ve onların yardımı ileridir ki, Abbasîler iktidara geldiler.
Hilâfet ülkelerinin çoğunluğunda, daha eski çağlarda olduğu gibi, devlete ait feodal mülkiyet ağır basıyordu. Toprakların bir bölümü, halife ailesine aitti. Bazı yurtluklar özel mülkiyetti ("mülk" denilen topraklar, Batı Avrupa'daki "alleu" denilen yurtluklara uygun düşüyordu).
Feodal toprak mülkiyetinin bir biçimi ikta (toprak payı "fief") oldu. Topraklar, ömür boyunca ya da belirli bir zaman için, görülen hizmet karşılığı olarak veriliyordu. Burada, zilyedliği başkasına devredilmeyen dinsel kurumlara ait vakıfları da belirtelim.
Batı Avrupa'dan farklı olarak, 9. yüzyılda, Bağdat hilelinde, meta-para ilişkileri daha ileri gitmişti. Bu durum, değişimin geniş ölçüde gelişmesiyle, zanaat sanayiinin yoğunlaştığı kentlerin de büyüyüp genişlemesine yardım eden canlı bir iç ve dış ticaretle açıklanabilir.
Kölelik, Bağdat'ta, büyük rol oynuyordu. Köleler ağır sulama işlerinde, pamuk tarlalarında, madenlerde kullanılıyorlardı. Köleler, çoğunlukla "zenciler"di, yani Afrika kökenliydiler.
Feodal baskı, ayaklanmaların nedeni oluyordu. 9. yüzyılda, Bağdat Hilâfeti, Babek tarafından yönetilen bir köylü isyanı (815-837) ve zenci kölelerin ayaklanması (869-883) ile önemli ölçüde sarsıldı.
Arap egemenliğine karşı bağımlı halkların savaşımı, feodal ilişkilerin gelişmesi, yerel senyörlerin güçlenmesi, 9. ve 10. yüzyıllarda hilâfetin dağılıp parçalanması sonucunu verdi. Birçok bağımsız devlet kuruldu. Tasarruflarını ve siyasal iktidarını yitirmiş olan Abbasî halifeleri, artık yalnızca müslümanların başı (imam) idiler. Mısır, Tulunidler daha sonra da Fatimiler hanedanı tarafından yönetilen bağımsız [sayfa 211] bir devlet oldu. Kuzey Suriye, antikçağda olduğu gibi Doğu Akdenizin başlıca kentlerinden biri olmakta devam eden Antakya ile birlikte, 969'da, Bizanslılar tarafından ele geçirildi. Suriye'nin geri kalan bölümleri, Lübnan, Filistin, Hamdaniler bağımsız devletini kurdular (929-1003); buralar, daha sonra. Mısırlı Fatimiler tarafından ele geçirildi.
İran'da, Orta Asya'da ve başka yerlerde de bağımsız devletler kuruldu. Müslüman ülkelerin yöneticileri Bağdat halifesini, ancak kendilerine berat eden dinsel lider olarak tanıyorlardı.

AFRİKA KITASINDAKİ DEVLETLER 
Bu dönemde, gözkamaştırıcı uygarlıklar, Afrika kıtasında Sahra'nın güneyinde de gelişiyor. Feodal devletler ortaya çıkıyor.
13. yüzyılın başında, Gana devleti, Soso kabilelerinin akınları sonunda, geçmişteki önemini yitirdi. Yavaş yavaş, Malinkelerin yaşadıkları devlet, Mali, Gana'nın yerini aldı. Küçük bir prenslik olarak Mali, Nijerya ile Bakkon arasında 11. yüzyıldan beri vardı. Tarımın, özellikle pamukçuluğun ilerlemesi, altın madenlerinin işletilmesi, zanaatçılığın büyümesi ve ticaretin genişlemesi, Mali'nin gücünü sağlamlaştırmasına katkıda bulundu. 1240'ta, Mali reislerinden biri Sundiata (Mari-Diata) Gana birliklerini ezdi ve başkentini yıktı.
13. yüzyılın sonunda, Mali devletinin başkenti Mali, büyük bir ticaret merkezi oldu. Mali, Güney Akdeniz ülkeleriyle geniş ticaret ve kültür ilişkileri sürdürüyordu. Komşu kabilelerin akınlarına ve bu devleti zayıflatan hanedan geçimsizliklerine karşın, Mali 17. yüzyıla değin varlığını sürdürdü. Bu yüzyılın ilk yarısında Songayi, Fulbe ve Bambara kabilelerinin saldırıları, Mali'nin çöküşünün nedeni oldu. Bu çağda, Songayi kabilesi tarafından kurulan. Batı Sudan'ın doğu kesiminde yerleşmiş feodal bir devlet gelişti. [sayfa 212] Songayi dili, çok özgün bir dildir ve bütün öteki Afrika dillerinden temelden ayrılır.
İlk Songayi devletleri, 14. yüzyılın sonları ve 15. yüzyılın başları tarihlerini taşırlar. 16. yüzyılda, Songayi'nin ellerinde bulunan topraklar, Nijer suyunun kaynaklarından Bussa çağlayanlarına, kuzeyde Sahra'dan, güneyde Bobo ve Mossi ülkelerine değin yayılıyordu. Songayi ülkesinde, öteki Sudan devletlerinde olduğu gibi, köle emeği, önemli bir rol oynuyordu. Bununla birlikte, çoğu kez, kölelere de bir toprak payı veriliyor ve sayıları pek çok olan serf-köylüler örneğine uygun olarak, aynî-rant ödemekle yükümlü tutuyorlardı. Kölelerin çocukları, diogoraniler, her ne kadar gene köle adını taşıyorlarsa da, ikinci ya da ondan sonraki kuşaktan başlayarak bazı haklar elde ediyorlardı. Örneğin başkasına satılamıyorlardı. Köleler, diogoraniler ve serf-köylüler gibi, sık sık isyan ediyorlardı.
Songayi yöneticileri ile Fas sultanı arasında bir yüzyıl sürecek olan çatışmaların başlangıcı, 16. yüzyılın başlarına değin uzanır. Songayi kralları üstün geliyordu. Ama, Songayi devleti, o denli zayıfladı ki, 17. yüzyılın sonunda dağılıp parçalandı.
17. yüzyıl, Benin'in, bugünkü Güney Nijerya topraklan üzerinde yerleşmiş olan devletin açılıp gelişme çağıdır. Bu bölgelerde oturan Yoroba ve Eoto halkları, yüzyıllar boyunca çok gelişmiş bir kültür yarattılar.
Kongo devleti büyük bir feodal devlet oldu. 15. yüzyıldan 18. yüzyıla değin, açılıp gelişme çağında Kongo toprakları, doğuda Kuango akarsuyuna, güneyde Kuanza'ya, batıda Atlantik Okyanusuna ve Kongo ırmağının 500-600 km. kuzeyine değin yayılıyordu. Bu topraklarda akraba olan kabileler: Bakongolar, Basündiler, Meyobeler vb. yaşamaktaydı. Resmî dil, Kişikongo idi.
Köle emeği, burada önemli bir rol oynuyordu. Köleler en ağır ve en bayağı işleri yapıyorlardı. Çeşitli alanlarda [sayfa 213] uzmanlaşmış zanaatçılar vardı. Ticaret elverişliydi. Kongo'nun komşusu olan ülkelerde (güneyde ve güney-doğuda), Angola'da ve Monomotapa'da da toplumsal ilişkiler benzer nitelikteydiler.

DOĞU AKDENİZ ÜLKELERİNE ASKERÎ SÖMÜRGELEŞTİRME SEFERLERİ (HAÇLILAR) 
Kentlerin ve ticaretin gelişmesi, Batı Avrupa yaşamının çok çeşitli yönleri üzerinde etkisini gösteriyordu. Bu etki, Batı Avrupa toplumu çerçevesini de aşıyordu. Yeni çağ, bu ülkelere, öteki bölgelerle, her şeyden önce Doğu Akdenizin müslüman ülkeleriyle ilişkilerin niteliği üzerine, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu kadar, Doğu ülkelerinde de çeşitli sınıf ve tabakaların benimsedikleri davranışlar bakımından kendi damgasını vuruyordu.
MS 2. binyıllarının başları, haçlı seferleriyle, Batı Avrupalı feodallerin, Doğu Akdeniz ülkelerine yaptıkları saldırı seferleriyle dikkati çeker.
Batı Avrupa'da yoğunlaşmış olan, daha yukarda anlattığımız feodal sömürü, köylüleri, kendi durumlarını düzeltecek çareler aramaya zorluyordu. Bu çarelerden biri, köylülerin, kişi olarak daha özgür oldukları ve feodal baskının hissedilecek kadar daha hafif olduğu işlenmemiş topraklar üzerine aktarılmaları, iç sömürgecilik oldu. Bununla birlikte, bu aktarılmalar ne denli önemli olursa olsun, bir genişlik kazanamazdı.
Doğunun masallara özgü zenginlikleri üzerine yaratılan efsaneler, köylülerin hayalgücünü gittikçe daha çok kurcalıyordu. Bu efsaneler, Avrupalı tacirlerin ve "İsa'nın mezarı" bulunan Kudüs'ü ziyaret eden hıristiyan hacıların anlatılarından kaynaklanıyordu. Doğu Akdeniz ülkeleri, feodalleri de çekiyordu, ama bunun nedenleri başkaydı.
Kalıtsal yurtluklar sistemi, yeni bir miras sisteminin yerleşmesiyle, büyük oğul hakkının yerleşmesiyle güçlendi. [sayfa 214] Miras, babadan büyük oğula geçiyordu, küçük oğullar ise malsız mülksüz kalıyorlar, yeni toprakların yağması ile zenginleşmeye bakan yoksul şövalyeler yığınını oluşturuyorlardı. Doğu, şövalyeleri de çekiyordu. Avrupa ve Akdeniz kentlerinin tacirleri, özellikle İtalyanlar, Küçük Asya'daki ve Kuzey Afrika'daki konumlarını sağlamlaştırmak, bu pazarlarda egemen duruma geçmek istiyorlardı. Yeni topraklar ve yeni uyruklar isteyen Avrupa hükümdarları, Doğu ülkelerinin zenginliklerine gözdikiyorlardı. Feodaller ve varlıklı tacirler sınıfının çeşitli tabakalarının, yağma amacıyla birleşmiş olan temsilcileri, Güney ve Doğu Akdeniz ülkelerine yapılacak askerî bir seferin hazırlıklarına etkin biçimde katıldılar.
Özellikle Roma Katolik Kilisesi, bu hazırlıklarda, etkin bir rol oynadı. Papalığın hükümet örgütü (Curie Romaine), yeni toprakların zorla hıristiyanlaştırılması ile gelirlerinin bir hayli artacağını umuyor, Doğu Yunan Kilisesini yutmak istiyordu; ki bu da, Vatikan'ın siyasal programının en önemli noktalarından biriydi.
Papalığın hükümet örgütü, müslümanlara karşı bir haçlı seferi aracılığı ile İsa'nın mezarının kurtarılması sloganını ortaya attı. Bu sefere katılanların günahları bağışlanıyor, borçlarını ödemeleri için kendilerine bir süre tanınıyor ve başka kolaylıklar gösteriliyordu.
Kilise, böylece, yeni toprakları kendine maletmek istiyordu. Hıristiyan prenslerin yurtluklarının genişlemesi, kiliseye ek gelir sağlıyordu.
Çoğu kez, haçlılarla birlikte sefere çıkan feodaller, toprak tasarrufları da dahil olmak üzere, kendi mallarını kiliseye bağışlıyorlar ya da onun himayesine bırakıyorlardı. Onun için katolik rahipler, Haçlı Seferleriyle gittikçe daha çok ilgileniyorlardı.

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ 
Selçuklu Türklerinin fetihleri, Abbasî hilâfetinin dağılıp parçalanmasının ve Bizans'ın iyice zayıflamasının nedeni oldu. Yeni topraklar ele geçirmenin artık pek büyük güçlüklerle karşılaşmayacağı kanısı uyanmıştı.
Birinci Haçlı Seferi, tipik bir askerî feodal seferdi ve 1096'da yapıldı. Sefer, daha 1095'te, Fransa'da, Clermont ruhanî meclisinde ilân edilmişti. Yağmalama niyetleri, "kâfirlere" karşı savaş çağrıları ile gizlenmişti. Egemen sınıf, dinsel bağnazlığı körükleyerek, köylüler ile aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkları hafifletmeyi ve olası hoşnutsuzlukların doğuşunu önlemeyi umuyordu.
Köylülük, kentlerin yoksul halkı, içgüdüsel olarak, feodallerin etkisinden kendilerini kurtarmayı ve Haçlı Seferi sırasında her şeyden önce senyörlerin baskısını sarsmayı, feodaller arası iç savaşımların sonucu olan yıkımları önlemeyi diliyorlardı. Birinci feodal haçlı seferinden önce gelen yoksulların seferini, buna kanıt olarak gösterebiliriz.
1096 ilkyazında, daha çok Fransa'nın kuzeyinden gelen köylü kalabalıkları, "Kutsal Toprak"a doğru hareket ettiler. Yoksulluktan ve yıkımdan, kurtuluvereceklerini umuyorlardı. Örgütlenmemiş, silahsız yığınlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılarla birlikte, hiçbir geçim aracına sahip olmaksızın, dilencilikle, oradan buradan hırsızlık ederek göçüyorlardı. Sonunda, geçtikleri ülkelerin halkları, olanlardan onları sorumlu tuttular. Pek çok köylü, ölüp gitti.

HAÇLI SEFERLERİNİN TOPRAĞA İLİŞKİN VE İKTİSADÎ SONUÇLARI
1096'dan 1270'e değin, sekiz önemli haçlı seferine girişildi. Başlangıçta, haçlılar, Doğu Akdenizin ele geçirilen topraklarında birkaç tipik feodal devlet kurdular. Seferlere katılan köylüler, toprak elde edemediler. Yerel müslüman halk acımasızca sömürüldü. Köleleştirilen halkları bağımlı durumda [sayfa 216] tutabilmek için şövalye birlikleri kuruldu: askerî birlikler, tampl tarikatından, ospitaliye tarikatından, tötonlar tarikatından olanların dinsel birlikleri gibi.
Önemli zararlara uğrayan, yalnızca Asya'da ve Kuzey Afrika'da haçlılar tarafından istilâ edilen müslüman ülkelerin halkı ve kültürü değildi; örneğin Bizans gibi hıristiyan devletler de sömürgecilerin askerî seferlerinden büyük sıkıntı çektiler.
Sonunda, başkaldıran halkların baskısı altında, haçlılar, Doğu Akdenizi bırakıp gitmek zorunda kaldılar.
Bununla birlikte, Haçlı Seferleri, Batı Avrupa'da izler bıraktı. Akdenizin doğu ve batı kesimleri arasında ticaret bağlarının güçlenmesine yardım etti; bütünüyle, Avrupa'da, meta-para ilişkilerine uygun bir ortam yarattı.
Doğu seferleri sırasında, haçlılar, o zamana değin Batı Avrupa'da tanınmayan önemli kültürel ve teknik gerçekleştirmelerle içli-dışlı oldular. Yeni üretim dalları, özellikle ipekçilik, gelişmeye başlıyor. Silah yapım tekniği ve başka madenî eşyalar yapımı yetkinleşiyor. Kumaş üretimi geliştiriliyor vb.. Yeni tarım kolları ortaya çıkıyor: pirinç, karabuğday, kavun, vb..
Feodallerin, Doğu Akdenizde, daha yüksek maddî bir kültürle temas etmeleri, onların gereksinmesini artırdı, ve, sonuç olarak, halk yığınlarının sömürüsünü ağırlaştırdı. Ve bu, Batı Avrupa'da, 13. ve 14. yüzyıllarda, toplumsal çelişkilerin keskinleşmesinin nedenlerinden biri oldu. 

6. FEODAL TOPLUMLARIN İDEOLOJİSİ VE UYGARLIĞI


DİNİN VE KİLİSENİN ROLÜ 
Emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmak için, feodal senyörler sınıfı, iktisadî sömürü ve siyasal köleleştirme ile yetinmiyordu. İdeolojik etki, en iyi silahlarından biriydi. Ve feodal toplumun ideolojisinde kesin rol, dine ve kiliseye düşüyordu. Yeryüzünde çekilen acıların [sayfa 217] ödülü olarak göklerde mutluluk vaatleriyle kilise, halk yığınlarını, senyörlere karşı savaşımdan saptırıyor, halka, bilinçli olarak yumuşakbaşlılığı ve boyuneğmeyi aşılıyordu. Bütün manevî yaşamın dinden esinlendiği bu çağda, kilise, yürürlükte olan toplumsal düzeni, emekçilerin, köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürülmesini kendi saygınlığı ile güven altına alıyordu.
Ortaçağın bütün uygarlığı, dinin ve kilisenin derin damgasını taşıyordu.

KATOLİK KİLİSESİ 
Katoliklik, feodal toplumun bağrında dinin ve kilisenin rolünün klasik bir örneğini verir. Bilindiği gibi, hıristiyanlık, Roma imparatorları zamanında köle sahiplerinin resmî dini olmuştu. Ortaçağda iktidardaki sınıf, hıristiyan kilisesini kendi ideolojik kalesi yapmıştı. 11. yüzyılda, Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesinin kesin olarak birbirlerinden kopmasından sonra, katoliklik, bütün Avrupa'da, feodalitenin ideolojik temeli oldu.
Katolik Kilisesi, yapılarına varıncaya değin, feodalitenin hiyerarşisini yineliyordu. Başında, papa ve papalığın hükümet örgütü bulunuyordu. Ondan sonra, kardinaller, evekler, abbeler vb. geliyordu. Bu merdivenin en alt basamağında ruhanî bölgelerin papazları bulunuyordu.
Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece Pariste'ki Notre-Dame Ve Hollanda'daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa'nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklıklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka, aşar, yani her köylünün gelirinin onda-birini de alıyorlardı.
Köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürüsü, kilisenin zenginliğinin kaynağı oldu.

MANEVÎ YAŞAMDA KİLİSENİN TEKELİ
Yukarı-ortaçağın ve ilerlemiş feodalitenin Batı uygarlığı, kilise düşünüşünün, özellikle bunun katolik biçiminin etkisine girmişti.
Katolik tanrıbilimi, antikçağ felsefesinden uzaklaşmıştı. Eskiden felsefeye sıkıca bağlı olan matematik ve doğa bilimleri kayboldu. Edebiyat "Azizlerin Yaşamları"na, tarih, keşişlerin günlük notlarına indirgendi. Şiir, müzik, tüm plastik sanatlar, kilisenin hizmetinde görev aldı. Okullar, eğitim, rahipler sınıfının tekelindeydi.
Bu kültür tekelini, kilise öyle durup dururken elde etmedi, bir yandan feodal soylularla, öte yandan da özgür düşünce yanlıları, halk yığınları ile çetin bir savaşımın sonunda kazandı. Katolik Kilisesi (geri kalan bütün öteki kiliseler gibi) halkın yaratıcı esinlerini en açık biçimde yansıtan mezhep sapkınlıklarından korkunç bir biçimde öç alıyordu.

MÜSLÜMAN DİNİ 
İslâmiyet, feodalite çağında, en yaygın dinlerden biri oldu. Arabistan'da feodal imparatorluk, müslümanların dinsel topluluğundan (cemaatinden) başlayarak kuruldu. İslâmiyet, Araplar tarafından ele geçirilen bütün topraklarda ortaçağ toplumunun ideolojik yapısının dışında oluştu. Daha sonra, Asya ve Afrika ülkelerinde, kısmen de Avrupa ülkelerinde, geniş bir biçimde yayıldı. Müslüman öğretisi, Arapçadaki, bağışlama, ferağ, tevekkül ve sadıklar (müminler) anlamlarına gelen "İslâm" ve "müslümanlar" (müslim) sözcüklerine değin, yürürlükte olan sömürü ve köleleştirme rejimini onaylıyordu.
Müslümanların kutsal kitabı Kuran, servet eşitsizliğini, Allah tarafından konulmuş ve bu yüzden de değişmez bir kural olarak ele alır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, islâmiyet de, yoksullara, yeryüzündeki acılarının ve sefaletlerinin [sayfa 219] avuncunu öteki dünyada aramayı öğütler.

BUDİZM 
Yayılması ve etkisi bakımından budizmin de, dünya dinlerinden sayılmaya hakkı vardır. "Budizm", söylenceye göre, kurucusu olan Buda'nın adından gelmektedir.
Brahmanizmin bazı tezlerinden başlayarak eski Hindistan'da gelişmiş olan budizm, başlangıçta, köle sahipleri sınıfının resmî dini oldu.
Ortaçağda, hindu dini, zamanla budizmi Hindistan'dan kovdu, ama budizm, bu kez komşu ülkelerde yeni müminler buldu. Çin'de, MS 1. yüzyılda yayılmaya başladı ve 4. ve 7. yüzyıllar arasında doruğuna vardı. Daha sonra, Çin'de, konfüçyüs dini, egemen din oluyor; ama konfüçyüs dini, hiçbir zaman, budizmi tümüyle ortadan kaldıramadı. Budizm, Çin'den Kore'ye, Japonya'ya, Siyam'a, Birmanya'ya, eski Kamboçya'ya, Hindi-Çin yarımadasının öteki ülkelerine, Seyland'a, Nepal'e, Moğolistan'a yayıldı.
Buda dininin ideolojisine göre, görünür dünya, bir yanılsamadan, ahiret mutluluğunun yeri ya da nirvâna olan mistik bir ruhsal ilkenin yanıltıcı gösterisinden başka bir şey değildir. Bu ilke, öteki dinlerde Tanrı ile kişileştirilen kavramlara uygun düşer. Yaşam yalnızca acılardır, tek kurtuluş nirvânayı aramaktır. Daha sonra, buda öğretisi de, cennet-cehennem kavramlarını kabul etti; bu da, buda dinini geniş yığınlarca daha kolay kabul edilir hale getirdi ve, aynı zamanda onun, feodal senyörler sınıfının resmî dini, toplumsal eşitsizlikleri haklı göstermek için getirilmiş bir din olma görevlerini güçlendirdi.

ANTİ-FEODAL İDEOLOJİNİN İLERLEMESİ
İdealist ve dinsel öğretilerin (Avrupa'da hıristiyanlık, Asya ve Afrika'da müslümanlık ve budizm vb.) ideolojik [sayfa 220] egemenliği, karşıt akımların varlığını ortadan kaldıramıyordu.
Baskılara ve kovuşturmalara karşın, ortaçağ toplumunun ilerici öğeleri, materyalist fikirleri kullanıp yararlanmaya çalışıyorlardı. Tıpkı antikçağda olduğu gibi, feodalite de, felsefeler arasında amansız bir savaşım dönemi oldu.
Katolik tanrıbilimciler (Thomas d'Aguin ve başkaları), en başta antikçağın bazı idealist filozoflarına ve anlamını bozdukları Aristoteles öğretisine dayanarak ortaçağın dinsel anlayışlarını hazırladılar. Arap düşünürleri ise, antikçağın materyalist anlayışlarını, özellikle Aristoteles'in materyalist öğelerini ortaçağ anlayışlarına sokmaya yardım ettiler. Bu düşünürler arasında, en başta İbn-i Sina'yı (Avicenne) ve İbn-i Rüşd'ü {Averroes) belirtmek gerekir. İbn-i Rüşd'ün görüşleri, Demokritos'un görüşüne çok yakındı. İbn-i Rüşd, maddede bir nesnel gerçeklik ve atomlarda ise maddî parçacıklar (partküller) görüyordu. Her bireye özgü olan "ölümlü can"ın yanında, bilince ulaşma anında can (nefs-i ruh) ile birleşip kaynaşan bir evrensel akıl kabul ediyordu. İnsanların toplumsal durumlarından bağımsız olarak entelektüel eşitlikleri konusundaki demokratik tez, İbn-i Rüşd'ün görüşleri arasında seçkin bir yer tutuyordu.
İbn-i Rüşd'ün fikirleri, onları kendi kıtalarına özgü toplumsal ve ekonomik koşullara ve orada yerleşmiş olan materyalist geleneklere uygulayan Batı Avrupa'nın öncü düşünürleri tarafından kullanıldı. Materyalist fikirler, ilerici öğelerin iktidardaki feodaller sınıfına karşı savaşımında çok yararlı bir silah oldu.
Fransa'da, Siger de Brabant, materyalist anlayışın önde gelenlerinden biri oldu. O, Latin averroizminin (Ibn-i Rüşd-cülüğünün) kurucusu oldu ve anti-feodal ideolojinin teorik temelini yarattı. Siger de Brabant'ın öğretisi, Boèce de Dacie'nin çalışmaları ile desteklendi.
Ortaçağ materyalizminin ilk ifadesi, adcılık denen, 13. [sayfa 221] yüzyılda cisimleşen idealist akım oldu. Bu akımın yandaşları (özellikle İngiliz filozofları Duns Scot ve Guillaume d'Occam) dünyanın maddî niteliğini tanıyorlar, doğada her şeyin ilkesini, bilince göre ilk veriyi görüyorlardı. Evrenin tanınabilir olduğunu da benimsiyorlardı. Bununla birlikte onların materyalizmi diyalektik değil, mekanikçi idi. Daha sonra, (13. yüzyılın sonundan 15. yüzyıla kadar) adcı felsefede idealist öğelerin güçlendiği görüldü.

MEZHEP SAPKINLIKLARI 
Anti-feodal muhalefet, varlıklı burjuvaziye olduğu kadar köylülere ve yoksul kentlilere de dayanıyordu. Dine ve hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşıma sıkı bir biçimde bağlıydı.
Öyleyse, burjuva mezhep sapkınlıklarından ve köylü mezhep sapkınlıklarından sözedilebilir. Sınıf savaşımının ideolojik bir biçimini oluşturan mezhep sapkınlıkları, sık sık feodal iktidara karşı silahlı ayaklanmalarla birleşiyordu. Bazan, kentli ve köylü muhalefeti, resmî dine düşman olan mistik öğretilerde ifadesini buluyordu.
İdealizme ve dine karşı bu savaşım, materyalizmin ve modern tanrıtanımazlığın ortaya çıkışını hazırladı.


7. HALK YIĞINLARININ ANTİ-FEODAL SAVAŞIMI 


ANTİ FEODAL SAVAŞIMIN İKTİSADÎ TEMELİ 
Feodal sömürü, köylülerin ve zanaatçıların sert direnmesinin nedeni oluyordu. Emekçi yığınların feodallere karşı yürüttükleri sınıf savaşımının kökeninde, küçük işletmenin iktisadî bağımsızlığı ile üreticinin emeğinin bir bölümünü vermek zorunda olduğu feodal senyör karşısındaki ekonomi-dışı bağımlılığı arasındaki çelişki vardır.
Bu savaşımın biçimleri, tarihsel somut koşullara: üretici güçlerin düzeyine, üretim ilişkilerinin biçimlerine, siyasal [sayfa 222] kurumların niteliklerine bağlı bulunuyordu.
Feodal toplumun geçtiği üç dönem boyunca, yığınların (en başta da köylülerin) sömürücülere karşı savaşımının nedenleri, amaçları ve biçimleri değişmiştir. Elbette ki, her yanda angaryalardan, ve senyörlere karşı öteki yükümlülüklerden kurtulmak isteği vardı, ama, ancak feodalitenin toplumsal bir biçimlenme olarak dağılıp parçalanması sırasındadır ki, emekçilerin sınıf savaşımı, düzenin temellerini yıkabildi. Feodal üretim ilişkileri, hâlâ, üretici güçlerin ilerlemesine elverişli olmakta devam ediyorlardı.
Yukarda söylediğimiz gibi, yukarı-ortaçağda köylülerin savaşımı, kölelik düzenine karşı yöneltilmişti. Kentlerin ortaya çıkışı ve meta-para ilişkilerinin ileri atılımı ile ayırdedilen feodalitenin ikinci aşaması, özellikle zorlu fırtınalarla kendini gösterdi. Avrupa'da kentler, kendi kendilerini yönetme hakkını, angarya ve haraçları azaltma ve düzenleme hakkını elde etmek için senyörlerine karşı, amansızca savaşıyorlardı. Biraz sonra, kentlerin kendi bağrında, üst tabakalarla, kendileri de kent belediyesinin yönetimine katılmak isteyen zanaatçı loncaları arasında ve ensonu, bir yanda zengin kentlilerle zanaat ustaları, öte yanda kalfalar ve çıraklar olmak üzere, bunlar arasında savaşım başladı; bu sonuncuları, halkın en yoksul tabakaları da destekliyordu.

HALK AYAKLANMALARININ ROLÜ

Köylülerin sınıf savaşımı, çoğu zaman yoksul kentliler tarafından destekleniyordu. Bu gibi durumlarda, toplumsal çelişkiler büsbütün alevleniyordu. 13. ve 14. yüzyılda, köylü ve yoksul kentli ayaklanmaları dalgası hemen hemen bütün Avrupa'yı kapladı. "Küçük Çobanlar" isyanı denen 1251 isyanını; Hollanda'nın güneyindeki ve Fransa'daki 1320 halk hareketini; 1305 ve 1307 yılları arasında İtalya'yı sarsan ve Dolcino tarafından yönetilen hareketi; Fransa'da, [sayfa 223] 1357 ve 1358'in Etienne Marcel ve Jacqueire ayaklanmasını; İngiltere'de, 1381'de, Wat Tyler isyanını; Bohemya'da 15. yüzyılın başında Hussite'ler (hüsçüler) devrimci hareketlerini belirtmek gerekir.
Büyük halk ayaklanmaları, Asya'da, açılıp gelişmiş feodalite çağını belirledi. Bağdat Halifeliğinde, 8. ve 9. yüzyıllarda halk ayaklanmalarından; Delhi'de (Kuzey Hindistan) 14. yüzyılın başında, Hacı Molla yönetimindeki yoksulların başkaldırmasından; Çin'de 9. yüzyılda köylü savaşından ve 14. yüzyılda "Kırmızı Mendiller" hareketinden; Kore'de, 1233'teki ve 15. yüzyılın ikinci yarısındaki başkaldırmalardan sözedilmektedir. 15-16. yüzyıllarda Japonya'da isyanlar oldu, vb..
Bu halk hareketlerinin herbirinin kendi özellikleri vardı. 1320 halk hareketi ve Jacquerie ayaklanması, meta-para ilişkilerinin hızlı gelişmesi sırasında artan sömürüye karşı, yığınların yanıtı oldu. 1320 hareketi, özellikle Yahudi tefecilere yönelmişti. Jacquerie ayaklanması, aslında, köylülerin yığınsal yoksullaşmasına neden olan Yüzyıl Savaşlarının sonucuydu. Jacquerie ayaklanmasına katılanların bir tek "program"ları vardı: bütün feodal senyörlerin varlığını ortadan kaldırmak. Feodal topraklara saldırıyorlar, köylü angarya listelerini yakıyorlardı.
Wat Tyler isyanı, tersine, iki program ileri sürüyordu. Bunlardan biri, köylülerin kişisel bağımlılığının kaldırılmasını, angaryanın yerine bir küçük çiftlik kirasının konmasınıvb. istiyordu. Öteki program, daha devrimci oldu. Bu programın yandaşları, yalnız kişisel bağımlılığın kaldırılmasını değil, senyörlerin kendi topraklarına ekledikleri komünal toprakların geri verilmesini, kilise topraklarının köylülere verilmesini ve çeşitli toplumsal tabakaların hukuksal bakımdan eşit olmasını istiyorlardı.
Ortaçağ Avrupa tarihinin en büyük anti-feodal hareketi olan hüsçülerin {hüssites) savaşları, bir köylü savaşımının, [sayfa 224] bir ulusal kurtuluş hareketinin ve bir ruhban zümresine karşı savaşımın öğelerini içinde topluyordu. Hareket, adını, dikkate değer Çek yurttaşı, halk kurtuluşunun savunucusu Jean Huss'ten aldı. Katolik kilisesine karşı, büyük laik senyörlere karşı, Alman imparatoruna karşı savaşıma girişen, o çağ Çek toplumunun çeşitli sınıf ve tabakalarının -yoksul köylü ve kentliler, varlıklı köylü ve kentliler ve küçük soyluların- herbiri, kendilerine göre istemlerini sıraladılar.
Hüsçülerin savaşları, Avrupa'nın birçok ülkelerinde, devrimci hareketin gelişmesine katkıda bulundu.
Çin'deki "Kırmızı Mendiller" isyanı da, yabancı boyunduruğuna karşı savaşıma bağlandı. Hareketin sloganları monarşikti: isyancılar zaferi kazandıktan sonra, imparatorluk iktidarını kurdular. Dinsel ideolojinin etkisi de büyük oldu.
Dinsel sloganlar, Japon köylülerinin ayaklanması sırasında da kullanıldı. Bu isyanlar, köylülerin durumunun kötüleşmesinin, derebeylik haraçlarının artmasının, tefecilere olan borçların büyümesinin sonucuydu.
Bağdat Halifeliğinde, ayaklanmalar, köleliğin dertlerini gözetiyordu. 8. yüzyılın sonunda Gurgan'da büyük bir köylü hareketi kendini gösterdi. Orada, belki de tarihte ilk kez, emekçi yığınlar, isyanın amblemi olarak kırmızı bir bayrak kullandılar. Harekete katılanlar "Kızıl Bayraklılar" ("Sourkh Alem") adım taşıyordu. 9. yüzyılın birinci yarısında, basında Babek olmak üzere köylü savaşı patlak verdi; Babek isyanı, bu ülkelerdeki en büyük halk isyanı oldu; Azerbaycan'a ve Kuzey-Batı İran'a yayıldı.
Emekçilerin kötü yazgılarının düzelmesini amaçlayan köylü savaşları, feodal toplumun üretici güçlerinin ilerlemesine katkıda bulundu. Öyleyse bu savaşların önemi, devrimci ve, nesnel olarak da, ilerlemenin etkeni olmasındaydı. Köylülerin dilekleri, genel olarak, feodal angaryadan [sayfa 225] kurtulmak ve işledikleri topraklara sahip olmak isteğinden ileri gitmiyordu. Bazı ayaklanmalarda, bütün haraç ve angaryaların kaldırılması isteminde bulunmaya cesaret bile edemiyorlar, onların azaltılmasını istiyorlardı. İstemleri az olursa, egemen sınıflardan ödünler koparabileceklerini bile düşünüyorlardı.
İsyancıların örgütten yoksun oluşları gibi, köylü çalışmasının özel koşullarının gerekli sonucu olan dağınıklıkları gibi, deneyimli önderlerin bulunmayışı ve köylülerin bilgisizliği de bütün bu isyanları yenilgiye götürdü.

HALK YIĞINLARI SAVAŞIMIMIN RUHBAN ZÜMRESİNE KARŞI OLMA NİTELİĞİ 
İnsanların manevî yaşamının en çok dinsel imgeler ve gösterilerle belirlenmiş olduğu ortaçağda, kilisenin genel etki ve nüfuzundan dolayı halk yığınlarının savaşımı, sık sık rahipler zümresine karşı bir nitelik alıyordu. Bunun içindir ki, onların toplumsal protestoları, (çok çeşitli görünüşler altında) bir mezhep sapkınlığının çizgilerini, yani egemen toplumsal düzenin bir eleştirisi niteliğini alıyordu. Bu protesto, otoritesiyle yürürlükteki düzeni onaylayan resmî kiliseye karşı savaşımla sonuçlanıyordu. Emekçiler çoğu kez dinden esinlendikleri imgelerden yararlanıyorlardı.
Mezhep sapkınlığı, çeşitli biçimlere bürünüyordu. Emekçiler, resmî ayin yöntemlerine, bellibaşlı dinsel dogmalara, çok büyük bir feodal mülk sahibi olarak kilisenin kendisine, rahipler zümresine, keşişlere, egemen sınıfın temsilcilerine karşı olduğu gibi, kilise yararına olan yükümlülüklere de karşı koyuyorlardı.
Her dinsel sapışın üstü örtülü toplumsal ve iktisadî nedenleri vardı. Bu hareketlerin niteliği, şu ya da bu ülkenin iktisadî düzeyinden, sınıf güçleri oranından ileri geliyordu. Ama mezheplerinden sapanların dinsel fikirleri, kendi kendilerine ortaya çıkıvermiyordu, onların daha önceki anlayışlarının [sayfa 226] evrimini yansıtıyordu. Bununla birlikte, bu fikirler ilişkilerinin, yani insanlar arasındaki iktisadî ve toplumsal ilişkilerin değişmesi ile birlikte evrim gösteriyorlardı.
Avrupa'da, mezhep sapkınlığı biçiminde kendini gösteren halk hareketleri, katolikliği hedef tuttu. Halk yığınlarının, en başta köylülerin, artan sömürüye karşı protestoları, bu gibi hareketlerin en niteleyici olanlarından birinin, "Küçük Çobanlar" isyanının hareket noktası oldu. müslümanlar tarafından tutsak edilmiş olan Fransa Kralı Louis IX'a yardıma gelen bir yoksullar haçlı ordusu, bu harekete neden oldu. Bu harekete katılanlar, kendilerine, "Tanrının Küçük Çobanları" adını vermişlerdi ve hareketin adı buradan geliyordu. Ama ayaklanma, kent nüfusunun radikal çevreleri tarafından yönetildikçe genişliyor, isyancıların gerçek amaçları billurlaşıyordu. Kayıtlara göre, "Küçük Çobanlar", ütopik bir işe giriştiler: "Her şeyden önce ruhban zümresinin, sonra keşişlerin kökünü kazımak, ensonu şövalyelerin ve soyluların hakkından gelmek." Hareket, zalimlere karşı olan halkın, ruhban zümresine ve katolikliğe karşı bir isyanı haline dönüştü. Katolik kilisesine karşı savaşım içinde, tanrıtanımaz anlayışlar doğuyordu. Ama o çağda yığınlar, henüz, genel anlamıyla dine karşı müdahalede bulunamazlardı. Bunun içindir ki, "Küçük Çobanlar", katolik kilisesinin yerine, yoksulların artık sömürüye boyuneğmeyecekleri başka bir örgüt koymak istiyorlardı. İsyancıların katolik tören ve ayinlerini reddetmeleri buladan geliyordu.
"Küçük Çobanlar"ın dinsel fikirleri, isyanın en yüksek aşamasında yoksul köylü ve kentlilerin çıkarlarını dile getiren bir tür mezhep sapmasıydı. Bu bakımdan, "Küçük Çobanlar" hareketinde egemen, hatta kesin rol, kentli nüfusun varlıklı tabakalarında görülen diğer bazı mezhep değiştirme hareketlerinden farklıydı. [sayfa 227]
Birkaç ay içinde, "Küçük Çobanlar" hareketi, yenilgiye uğradı. Yenilginin nedenleri, ortaçağdaki halk isyanlarının yenilgi nedenlerinin aynısı oldu.
Yığınların katolik kilisesinin egemenliğine karşı savaşımı, hüsçüler hareketini de nitelendiriyordu. Huss, kiliseye ait topraklara elkonmasına, bilisiz, zevk ve eğlenceye düşkün açgözlü kişileri ruhban zümresi saflarından kovmaya, ve böylece yeniden "gerçek hıristiyan kilisesi"ni yaratmaya çağrıda bulunuyordu. "Köpeklerin önünden kemiği al, boğuşmayı bırakacaklardır; kilisenin malını elinden al, kiliseden yana olan bir tek papaz bulamayacaksın" diyordu.
Demek ki Huss, kendisi de, genel anlamıyla, kilisenin egemenliğine karşı çıkmıyordu, yalnızca katolikliğin etkisini sınırlandırmak ve ulusal bir Çek kilisesi yaratmak istiyordu.
Çevresinde askerî kamplarını kurmuş oldukları Tabor kentinin taboritleri, hüsçüler kampının radikal kanadının temsilcileri, katolikliğe karşı istemlerinde daha ileri gittiler. Taboritler, katolik mezhebine bağlı bütün manastırların, kutsal emanetlerin, heykellerin vb. hemen yokedilmesini öneriyorlardı.
En devrimci taboritler (yoksul köylü ve kentlilerin temsilcileri), kiliastik (chiliastique) fikirleri yayanlar, feodal sistemin kalkmasını istiyorlardı. Dileklerinin ütopik niteliğinin bilincinde olmaksızın, yeryüzünde, "Tanrının bin yıllık hükümranlığını" kurmak istiyorlardı, (Yunanca "khilias" sözcüğü "bin" anlamına gelir.)
Kiliastik fikirler, sömürüyü kaldırmak isteyen halk yığınlarının düşlerini, onların sınıfsız bir topluma karşı duydukları açık-seçik olmayan istemlerini yansıtıyordu. Katolik kilisesi yerine, apostolik (havarice, papalıktan gelme) denen ruhbanlarla laikler arasındaki ayrılıkların silineceği demokratik yeni bir kilise koymanın düşünü kuruyorlardı. Demek ki, devrimci fikirlerine karşın, kiliastlar, dinsel kadrolardan bütün bütüne vazgeçmiyorlardı. [sayfa 228]
En radikal kiliastların anlayışlarında tanrıtanımazlık fikirleri belirmeye başladı; ama tutarsız bir biçimde. Örneğin. tanrının da şeytanın da var olmadığını öğretiyorlar, ama tanrının iyilerin ve doğruların yüreğinde, şeytanın ise kötülerin yüreğinde oturduğunu ekliyorlardı.
Her ne kadar hüsçüler hareketi bastırıldıysa da, bu hareketin, Batı Avrupa'da katolik kilisesinin etkisinin zayıflamasında payı büyük oldu.
Rusya'da da halk yığınları sık sık egemen ortodoks kilisesine karşı savaşıma girişerek, feodal sömürüye karşı ayaklanıyorlardı. 14. ve 17. yüzyıllar arasında birçok kent ve kır emekçilerinin, ruhban zümresine karşı harekete geçin görülmektedir.
14. yüzyılın 50-70 yıllarında, Novgorod ve Psikov'daki strigolniklerin ayaklanması, en tanınmış halk mezhep sapkınlığı hareketlerinden biri oldu. Adını, yöneticilerinden biri olan Karp adlı strigolnikten (berberden) alan bu hareket, büyük tacirlerin, feodal ve laik senyörlerin artan baskısı karşısında, kentli zanaatçıların hoşnutsuzluğundan ileri geldi. Strigolnikler, rahipler zümresinin açgözlülüğüne, kiliseni toprak servetlerini ve başka servetleri artırıp yığmasına, özgür insanların köleleştirilmesine karşı savaşıyorlardı.
Harekete katılanlar dine karşı savaşmadılar; kendi öz güçleri ile "incil'i yaymaya" çalışıyorlar ve bu amaç için halkın öncülerini" (maîtres) seçiyorlardı.
Egemen sınıf, strigolnikler hareketini acımasızca basındı. Önderleri, kâtip Nikita ve strigolnik Karp idam edildiler. Ama bu mezhep sapkınlığı, kesin olarak, ancak 15. yüzyılın ilk yarısında bastırıldı.
Hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşım, Asya'da ve Kuzey Afrika'da patlak veren birçok anti-feodal halk hareketlerinin de ayırdedici özelliği oldu. [sayfa 229]

MEZHEP SAPKINLIĞI NİTELİĞİ TAŞIYAN HALK HAREKETLERİNİN ROLÜ 
Bu ayaklanmalar, feodal sömürüye karşı, otoritesi ile feodal devletleri destekleyen resmî kiliseye karşı savaşımda önemli bir rol oynadılar. Bu mezhep sapkınlıklarının yayılması, inançsızlığın gelişmesine ve tanrıtanımaz anlayış tohumlarının ortaya çıkmasına yardım etti. Bu mezhep sapkınlığı niteliği taşıyan hareketlerin devrimci niteliği gene de göreli oldu. Onların dinsel çerçevesi, yığınların savaşımının anti-feodal eğilimini zayıflatıyor ve feodal düzenin egemenliğine karşı protestolarının etkisini sınırlandırıyordu. 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

FEODALİTENİN DAĞILIP PARÇALANMA ÇAĞI
(KAPİTALİST İLİŞKİLERİN DOĞUŞU)


FEODAL üretim tarzının bu karakteristik yönleri, ortaçağın üçüncü ve son döneminde de önemlerini korudular. Ama kapitalist ilişkilerin doğuşu, onlara önemli değişiklikler getiriyordu. Her ne kadar kapitalist üretim tarzının ilk öğeleri, İtalyan sitelerinde, daha 14. ve 15. yüzyıllarda ortaya çıktılarsa da, ortaçağın son dönemi, 16. yüzyılda başladı.


1. EKONOMİDE DEĞİŞİKLİKLER 
Ortaçağın tam bu döneminde üretici güçlerin gelişmesi öyle bir düzeye vardı ki, kapitalist ilişkiler, feodal ekonominin bağrında, bütün toplum ölçüsünde boyvermeye başladı. [sayfa 231] Bu olay, iki yeni sınıfın, üretim alet ve araçlarına sahip bulunan burjuvazinin ve bu araçlardan yoksun ve bu yüzden de kendi emek-gücünü kapitaliste satmak zorunda olan ücretli işçilerin, proletaryanın ortaya çıkmasına bağlıydı. Kapitalist, ücretli işçiyi, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlaması için gerekli olandan daha fazla çalışmaya zorluyordu. Bu fazla çalışmadan, patronun kendisine melettiği bir artı-değer ortaya çıkıyordu. Patronun bu artı-değere elkoyması, aynı zamanda, kapitalizmin temel yasasını ve bu düzendeki sömürünün özgül biçimini meydana getirir.

ÜRETİCİ GÜÇLERİN VE
TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜNÜN GELİŞMESİ 

Üretici güçlerin gelişmesi, feodal biçimlenmenin bağrında kapitalist yapının doğuşunun birinci koşulu idi.
Sudolabının devindirici güç olarak kullanılışı, ta kölelik zamanından beri biliniyordu. Ama o zaman, sudolabının kendisi, akıntının içine yerleştiriliyordu. 14. yüzyıldan başlayarak, suyun düşmesi ile devindirilen kanatlı çarklara başvurulmaya başlandı. Böylece dolabın verimi büyük ölçüde artıyordu. Sudolabı, artık, çeşitli üretim dallarında kullanılıyordu.
15. yüzyılda, yüksek fırınların icadından sonra, yetkinleştirilmiş bir sudolabının yardımıyla, mekanik körükleme üretime sokuldu. Eskiden el körükleri, madeni, ancak macun gibi bir kıvama getirebiliyordu. Şimdi madenler sıvı duruma getirilebiliyordu; bu da madenlerin dökümüne olanak sağlıyordu. Çelik imaline başlandı. Bütün bunlar, aletlerin ve avadanlıkların yetkinleşmesini sağladı. Çıkrıklar, tornalar, perdahlama, aletleri, delgi makineleri ortaya çıktı. Basit mekanizmalar, maden sanayiine uygulandı.
Dokuma sanayiinde, düşey doğrultudaki ilkel dokuma tezgâhları, gitgide yerlerini daha yetkinleştirilmiş yatay tezgâhlara bıraktılar. [sayfa 232]
15. yüzyılda, zemberekli cep saatleri, 12. yüzyıldan beri kullanılmakta olan duvar saatlerinin yerini aldı.
Madenî parçalar, gemi yapımının yetkinleşmesini ve uzun yolculuklara elverişli büyük tonajlı gemilerin denize indirilmesini sağladı. Pusula son derece yetkinleştirilmişti. Matbaa icat edilmişti.
Tarımda da, üretici güçler, iş aletlerinin iyileşmesi sayesinde gelişiyordu. Ama burada ilerleme, sanayide olduğundan daha yavaştı. Gene de tarlaların verimi ve buğday tarlaları gittikçe genişliyordu ve çiftlik yöntemleri yetkinleşiyordu. O çağda yaygın olan üç yıllık almaşık ekim yanında, daha uzun süreli almaşık ekimler de kullanılır oldu ve dinlendirilmeye bırakılan tarlalar üzerinde ot yetiştirilmesi ortaya çıktı.
Kentlerin demografik ilerlemesi, zahire talebini artırıyordu. Bunun yanısıra, sanayiin hızla ilerleyişi, yün, deri, keten, kenevir ve başka sanayi bitkilerine olan gereksinmeyi artırıyordu.
Ortaçağın son döneminde, hayvancılık, bahçıvanlık, sebzecilik, bağcılık ve şarap üretimi, büyük bir yol aldı.
Çeşitli bölgelerin ve ülkelerin uzmanlaşması daha çok gelişti. Geniş ticarî tarım bölgeleri ortaya çıktı. Hollanda, süt veren ineklerin yetiştirilmesinde ve süt ürünleri ticaretinde uzmanlaştı. İspanya'nın bazı bölgeleri, yalnız merinos koyunlarının yetiştirilmesine ve yün satımına vb. ayrıldı.
Tarım ve sanayideki ilerlemeler, üretimin bu dalları arasındaki uçurumu daha çok derinleştirdiler ve yeni sanayi kesimleri doğurdular. Toplumsal işbölümü, meta-para ilişkilerini ve ticaret bağlarının yayılmasını hızlandırarak devam ediyor. Pazarlar, giderek bütün ülkeye yayılmak üzere, bölgesel çerçeveden taşmaya başlıyorlar.
Ticaretin bu koşullar içinde gelişmesi, küçük üretimin dağılıp parçalanmasına ve kapitalist ilişkilerin ilk öğelerinin doğuşuna katkıda bulundu.

SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞININ TARİHSEL KOŞULU
İLKEL BİRİKİM

Ticarî amaçlarla yapılan üretimin nispeten yüksek olan düzeyi öyle oldu ki, büyük servetler, bazı kişilerin, tacirlerin, tefecilerin vb. elinde toplandı. Bu, sermayenin ortaya çıkışının önkoşullarından biri oldu. İkinci elverişli koşul, kişisel olarak özgür, ama üretim araçlarından ve bu yüzden geçim aracından da yoksun bireyler yığınının varlığına bağlıydı. Bu olay, feodal soylular ve doğmakta olan burjuvazinin, emekçi yığınları zorla mülksüzleştirmelerinden ileri geliyordu. Bütün bu olaylar, sermayenin ilkel birikiminin özünü oluştururlar. Ama bu olayın somut gidişini inceleyebilmek için, kapitalizmin daha önce ortaya çıktığı ve bütün öteki ülkelerden daha fazla yayıldığı 16. ve 17. yüzyıl İngiltere'si örneğine başvurmak daha iyi olur.
16. yüzyılın İngiltere'si, üç-üçbuçuk milyon nüfuslu, nispeten küçük bir devletti. Ama işte tam o sıralardadır ki, Büyük Britanya'yı üç yüzyılda dünya ölçüsünde güçlü bir devlet, en sanayileşmiş ülkelerinden biri durumuna getiren İngiliz ekonomisinin ileri atılımı başlamıştır. Kapitalist sanayi ve tarım, İngiltere'de, 16. yüzyıl ile birlikte hızla ilerlemeye başladı.
İngiltere'de, ekonominin kapitalist biçimleri, başka ülkelerden daha geniş, daha çabuk bir biçimde gelişiyordu.

BASİT KAPİTALİST ELBİRLİĞİ
VE MANÜFAKTÜR 

Sanayide kapitalist üretimin gelişmesinin ilk evresi, basit elbirliği oldu. Elbirliği, her zaman aynı, ama boyutları genişlemiş zanaat atelyesi idi. Artık ücretli işçi haline gelmiş olan çok sayıda üretici, doğrudan doğruya kendi hesabına değil, çoğu kez tacir, aracı, tefeci ya da zenginleşmiş zanaat ustası olan bir kapitalist girişimci hesabına çalışıyorlardı. Bu kapitalist atelyelerde henüz işbölümü yoktu, işçilerin hepsi aynı işlemi yapıyorlardı. Bununla birlikte, [sayfa 234] elbirliği, emeğin bir hayli tasarrufunu sağlıyor ve emeğin üretkenliğinin artmasına yardım ediyordu. Emek üretkenliğinin bu artışı, kapitalist işverenin zenginliğini yaratıyordu.
Manüfaktür, işbölümü üzerine kurulu kapitalist elbirliği, Kapitalist üretimin gelişmesinde bundan sonraki adımı gösterir. Burada da, gene bir zanaat tekniği kullanılıyordu.
16. yüzyılda, İngiliz sanayiinin bütün dallarında, özellikle kumaş üretiminde, büyük değişiklikler oldu. Kentlerdeki zanaat loncalarının kendi alanları dışına taşmaları yüzünden konan sınırlamaların kalkması sonucunda, kumaş üretimi, kırlarda yapılmaya başladı. Kırsal dokumacılar, tarımla birlikte dokuma işleri ve iplikçilik gibi bazı zanaatları da yapıyorlardı. Tacirler, tefeciler, küçük zanaatçı girişimciler, kır zanaatçılarının ürünlerini satınalırken, onların pazardan uzak ve para sıkıntısı içinde oluşlarını kötüye kullanıyor ve bundan kendilerine yarar sağlıyorlardı.
İkinci elden satıcılar, fiyatları, kendi keyiflerine göre saptıyorlar, zanaatçılara kredi ile hammadde ve alet sağlıyorlardı. Böylece başlangıçta birer aracı olan bu alım-satımcılar, sonunda, iş dağıtıcısına dönüştüler. Aslında, daha önce bağımsız olan zanaatçılara düşük bir ücret ödeyen birer küçük kapitalist girişimci haline geliyorlardı. Başlangıçtaki basit kapitalist elbirliğine oranla bu ilişki, gene el emeği üzerine kurulmuş yeni bir kapitalist işletme tipiydi. Bu yeni işletmeler, manüfaktür (Latince, manus, "el"; facere, "yapmak" sözcüklerinden gelir) adını alıyordu. Bu tür manüfaktürler, daha çok tacirler tarafından kuruluyor ve bunlara dağınık manüfaktürler deniyordu. Bu durumda, doğrudan üreticiler, atelyelerde değil, evlerinde çalışıyorlardı.
Ama manüfaktür örgütlemesinin bir başka yolu daha vardı. İşveren, gerekli aletleri, avadanlıkları ve hammaddeleri satınalıyor, birçok ücretlinin çalıştığı geniş atelyeleri kuruyordu. Buna da, merkezileşmiş manüfaktür deniyordu. [sayfa 235]
Bu ikinci yol (üretimin bir merkeze bağlanması), oluşum halinde bulunan kapitalist ilişkilerin ilerlemesi için üstünlükleri sözgötürmez olan olanaklar yaratıyordu.

KÖYLÜLERİN ZORLA MÜLKSÜZLEŞTİRİLMESİ
Sanayideki değişiklikler, bütün İngiliz toplumu için çok büyük sonuçlar doğurdu.
Kapitalist dokuma sanayii, zanaatçı üretimin gerektirdiğinden çok daha fazla yün ve el emeği gerektiriyordu. Artık koyun yetiştirmek kârlı bir iş olmuştu. Ama büyük sürüler geniş otlaklar istiyordu. Oysa elverişli toprakların çoğunluğunu küçük köylü işletmeleri oluşturuyordu. 16. yüzyılda, toprakları üzerinde çoktan beri koyun yetiştirmekte olan İngiliz feodal senyörleri (landlord'lar), işletmelerinden köylüleri kovmaya ve onların ellerindeki tarlalara zorla elkoymaya başladılar. Bu zorunlu toplu olarak göç, olağanüstü bir durum aldı. Ülkenin geniş bölgelerinde insan kalmadı. İngiliz hümanisti Thomas Morus, ünlü yapıtı Utopie'da, bu konuda şunları yazıyordu: "Burada koyunlar, insanları parçalayıp yediler." Mülklerinden edilen, topraklarından kovulan, her türlü geçim araçlarından yoksun köylüler, kapitalist manüfaktürlere bağlanacak duruma geldiler. Şunu da söylemek gerekir ki, feodal otoriteler, yürüttükleri amansız "serseri" avı ile, hele "kandökücü mevzuat" adı takılan barbar yasalar ile bu işe ellerinden geldiğince yardım ettiler.
Fransa'da olduğu gibi Hollanda'da da köylülerin zorla mülklerinden edilmeleri, ilkel sermaye birikimine yolaçtı.

KAMU BORÇLARI VE HİMAYECİLİK
Öteki yöntemler arasında, kamu borçları da yeralıyordu. Devlet, orduyu ve .yönetim aygıtını iyi halde tutmak için hep para peşindeydi, Her zamanki vergiler yeterli olmuyordu. Bu yüzden, feodal hükümet, (özellikle Fransa'da) [sayfa 236] tacirlerden ve tefecilerden sık sık borç alıyor ve sonra bunu, büyük faizlerle ödüyordu.
Öte yandan, feodal hükümet, ilkel birikime himaye sistemi ile de yardımcı oluyordu. Fransa'da, daha sonra İngiltere ve Hollanda'da, hükümetler, yabancı kökenli mamullere çok yüksek vergi koyuyorlar, ve buna koşut olarak, yerli hammaddelerin ve zahirenin dışarı satılmasını yasaklıyorlardı. Ülkelerinin tacirlerine ve girişimcilerine yardımlar, primler ve başka yararlar sağlıyorlardı.

BÜYÜK COĞRAFÎ KEŞİFLER VE İLK SÖMÜRGE FETİHLERİ
Köylülerin zorla mülksüzleştirilmelerinin yanında, yeni keşfedilen ve sömürgeleştirilen toprakların yağmalanması, sermayenin ilkel birikimine büyük umut kapıları açıyordu. Meta-para ilişkilerinin gelişmesi, yönetici senyörlerin, yönetici sınıfın kâr ve kazanç hevesini daha da kamçıladı.
Kazancın, olta yemi gibi çekiciliği, onları, Asya'nın uzak ülkelerine doğru sürüklüyordu. Doğunun bir yanında, ta denizlerin ötesindeki masal ülkeleri üzerine kurulan söylenceler dilden dile dolaşıyordu. Altını ve başka hazineleri herkesten önce ele geçirmek, ve güçlü "büyük coğrafî keşifler", Avrupa devletlerinin sömürgeci siyasetinin kökeni oldu.
İlk sömürge kurucuları, İspanyol ve Portekiz senyör ve tacirleri oldular. Portekizliler, altın peşinde, Afrika kıyılarına vardılar. Daha sonra, bu kıtanın doğu kıyısına çıktılar ve sonunda Hindistan'a vardılar.
15. yüzyılın sonundan başlayarak Portekizliler, baharatını, altınını, fildişini vb, boşaltarak, Hindistan'ı, iliklerine dek sömürdüler.
1492'de İspanyol kralının hizmetinde olan Cenovalı denizci Kristof Kolomb, Amerika kıyılarına vardı. Karaya çıktığı toprakların bütünü, İspanyol tahtının mülkü olarak ilân edildi. Ama Kolomb, yeni bir kıta bulmuş olduğunu [sayfa 237] bilmiyordu. Bunu ilk fark eden Güney Amerika'nın kuzey kısmını dolaşan Florentin Americo Vespucci oldu. Bunun içindir ki, dünyanın bu yeni parçasına onun adı verilmişti.
16. yüzyılın başında İspanyol kralının hizmetinde bir Portekizli olan Magellan, Uzak-Doğunun güney-batı yolunu keşfetti ve Atlantik'in Pasifik ile birleştiğini tanıtladı. Bu, dünyanın, tarihte ilk kez deniz yoluyla dolaşılmasıydı.
İspanyol fatihleri, Meksika Azteklerinin ve Perulu İnkaların zenginliklerini ceplerine indirdiler, onların yüksek uygarlıklarını silip süpürdüler. Daha sonra, askerî üstünlükleri ile ve katolik misyonerlerin yardımı ile güçlenen fatihler, Orta ve Güney Amerika'nın büyük bir bölümüne elkoydular.

"FİYATLARDA DEVRİM"
Sömürgelerin ölçüsüz yağmalanmasının Batı Avrupa, İspanya ve en çok da Portekiz ekonomisi üzerinde beklenmedik etkileri oldu. Şöyle ki, Amerika madenlerinin, köle el emeği ile değerlendirilen altın ve gümüşün malolduğu fiyat, Avrupa'da para olarak tedavülde bulunan değerli madenlerinkinden düşüktü. Bu, en gerekli maddelerin fiyatını birdenbire yükseltti. Bundan ilk zarar görenler, pazardan kopmuş olan yoksul köylülerle kent işçileri oldular.
İspanyol ve Portekizlilerden sonra, bir süre Hollanda ve İngiliz tacirleri, yeni topraklar aramak üzere yollara düştüler. 1505 yılında, Hollandalılar, ilk kez, Avustralya adını alacak olan yeni bir kıtanın kıyılarına vardılar.
Fransa da, kendi payına, sömürge fetihleri yoluna koyuldu. Kuzey ve Güney Amerika'da bir dizi topraklara elkoydu.

SÖMÜRGELERİ SÖMÜRME SİSTEMİ 
Basit anlamıyla yağmanın dışında fatihler, sömürgeler için tam bir sömürge sistemi kurdular.
Hollandalılar, daha sonra da İngilizler tarafından yaratılan Doğu Hindistan şirketleri, herkesçe bilinen bir ün kazandılar. 17. yüzyılda, İngilizler, Hollandalı "meslektaşlarını" Hindistan'dan çıkarmayı başardılar. Buna karşılık, Hollandalılar da, İngilizlerin ele geçirmeye çalıştıkları Endonezya'da üstünlük sağladılar.
Başlangıçta, sömürgeciler, özellikle eşdeğer olmayan değişimlere başvurdular. Sonra, gitgide silaha sarıldılar. Hindistan ve Endonezya, sömürge haline geldi.
Afrikalıların insanlık-dışı sömürülmesi, Amerikan sömürgelerinde başladı. Yüzlerce ve binlerce insan, kölelik zincirine vuruldu ve "abanoz tacirleri" tarafından Kuzey ve Güney Amerika'ya doğru yola çıkarıldı. Orada, büyük tarım işletmelerinde (plantasyonlarda) Afrikalı köleler, emekleri ile büyük toprak sahipleri yararına çok büyük zenginlikler yarattılar. Yeni toprakların fethi ve soyulması, önemli bir miktarda zenginliğin akması, Avrupa'da kapitalist ekonominin ilerleyişini hızlandırdı.


2. TOPLUMSAL VE SİYASAL İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ

ULUSLARIN ORTAYA ÇIKIŞI 
Kapitalist ilişkilerin ortaya çıkışı ve ilerlemesi, Avrupa'nın toplumsal ve siyasal düzeni üzerinde olağanüstü bir etki yarattı.
Halkların biçimlenmesi, daha ilkel topluluğun dağılıp parçalanması ile birlikte başladı. Halk, tarihsel evrim bakımından, klan ve kabileden daha çok evrim geçirmiş bulunan bir varlıktır. Gelişmiş köleci ilişkilerin bulunduğu ülkelerde halklar, köleliğe koşut olarak cisimleşmeye başladılar; toplumsal gelişmenin köleci evreyi "atladığı" yerlerde feodal ilişkiler sistemi ile birlikte oluştular. Daha ileri feodalite çağında, bu süreç, Avrupa ve Asya'nın birçok [sayfa 239] ülkelerinde şu ya da bu biçimde sonuçlanmıştı.
Kapitalist ilişkilerde ilerleme, varolan halklardan başlayarak, ulusların billurlaşması olayını doğurdu. Bu, iktisadî birliğin (communauté) ve devletlerin siyasal merkezileşmesinin sonucuydu. Ülkenin ayrı ayrı bölgeleri arasında iktisadî bağların güçlenmesi, dillerin ve ulusal uygarlıkların oluşmasına elverişli koşulları yaratıyordu.
Uluslar, kapitalist üretim ilişkilerinin ilerlemesinden doğdular. Başka bir deyişle, bu biçimde kurulmuş olan ulusal bağlar, burjuva bir nitelik taşıyordu. Nüfusun bütün sınıf ve tabakaları, ulustan sayılıyorlardı. Ama iktisadî ve siyasal bakımdan burjuvazi egemen sınıf olduğu için, oluşum halindeki uluslar da burjuva bir nitelik alıyorlardı. Bu gözlem, ideoloji için de geçerlidir.

BURJUVAZİNİN VE PROLETARYANIN OLUŞMASI 
Soylular ve rahipler sınıfı dışında kalan (Fransa'da) üçüncü tabakanın {tiers etat) genel yığınından kendisini sıyırmış olan burjuvazinin sağlamlaşması, ulusların ortaya çıkma sürecine bağlıydı. Bu, şu anlama geliyordu ki, yeni bir sömürücü sınıf doğuyordu ve ona koşut olarak onun uzlaşmaz karşıtı olan bir sınıf, proletarya, gelişiyordu. Proletaryanın evrimi birçok aşamalardan geçti, ve ancak evrim yolunda ilerlemiş bir kapitalist toplumun bağrında, mekanik üretimin gelişmesi döneminde, böyle bir sınıf olarak ortaya çıkıyor. "Kendi kendine" sınıf olmaktan çıkarak "kendisi için" sınıf, kendi çıkarlarının bilincine varmış ve o çıkarlarını burjuvaziye karşı savaşım vererek savunmaya hazır olan bir sınıfa dönüşüyor.

MUTLAKİYETÇİ FEODAL MONARŞİ
Kapitalist ilişkilerin ilerlemesi, feodal soyluları, kendi sınıf egemenliklerine yeni bir biçim vermek zorunda bıraktı. [sayfa 240] Bu biçimin mutlakiyetçi feodal monarşi olması gerekliydi.
Feodal senyörler sınıfı, üretimdeki ilerlemeyi kendi çıkarları için kullanmaya bakıyordu. Kendisini tehdit eden kapitalizm tehlikesinden habersiz olan senyörler sınıfı, başlangıçta burjuvaziyi destekledi. İktisadî evrim, belli bir noktaya dek soylularla burjuvazi arasında, soyluların, egemen durumlarını korudukları bir ittifakı zorunlu kılıyordu. Bir feodal senyör ne denli büyük olursa olsun, tek başına, kendi yurtluğuna komşu topraklar üzerinde kurulmuş olan kapitalist işletmeleri, kendi iradesine boyuneğdiremiyor ve kendi çıkarına kullanamıyordu. Her yana dalbudak salmış yönetim aygıtı ile, yalnız feodal devlet, bu işin üstesinden gelebilecek güçteydi. Kapitalist işletmelerden aldığı vergilerle, iktidardaki sınıf, şu ya da bu şekilde, ticaret ve sanayiden çıkarlar sağlıyordu. Zaten bir yönetim aygıtını ve büyük bir orduyu ayakta tutma harcamaları gittikçe artan meblağları gerektiriyordu. O denli ki, feodal soylular, vergilerin ve devletin başka gelir kaynaklarının artırılması ile çok ilgiliydiler. Feodal rant, genelleştirilmiş ve merkeze bağlanmış bir rant görünüşü aldı.
Böylece, feodal sınıfın iktisadî gereksinmeleri, bürokratik aygıtı daha da fazla merkezileşmeye götürüyordu. Bu son olgu, sınıflar arasındaki çelişkilerin derinleşip keskinleşmesinden ileri geliyordu, çünkü burjuvazinin iktisadî gücünün artması, köylülüğün ve kentli yoksul nüfusun sömürüsünü ağırlaştırıyordu. Feodal monarşinin en büyük kaygısı, emekçilerin hoşnutsuzluğunun önüne geçmekti ve örneğin İngiltere'de, topraklarından kovulan köylülerin ayaklanmalarını zalimce bastırıyordu. Rusya'da, soylular, 18. yüzyıldaki Emelyan Pugaçev'in yönettiği köylü isyanını güçlükle bastırdılar. 

3. YENİ İDEOLOJİK OLAYLAR 

RÖNESANSIN KÜLTÜR VE İDEOLOJİSİ 
14. ve 15. yüzyılda, İtalyan kentlerinde kapitalist ilişkilerin hızla gelişmesi, ideoloji alanına yansıdı, Rönesansı doğurdu. Yeniden-doğuş anlamına gelen Rönesans terimi, eski uygarlığın dirildiğine inanan ilk burjuva ideologlarının buluşudur.
Oluşum halindeki kapitalist üretim, doğanın incelenmesi üzerine ilgiyi kamçılıyordu, ve böylelikle 15. yüzyılın sonlarına damgasını vuran bilimlerin ve tekniklerin bir ok hızı ile ilerlemesine yardım ediyordu.
16. ve 17. yüzyıllar, bilimler için büyük bir dönüm noktası oldu. Dinin dogmalarına karşılık, deneyimlere dayanarak doğanın incelenmesine başlandı. Doğa yasalarının tanınması konusunda büyük başarılar gerçekleştirildi. Bilimsel buluşlar, eski feodal ve dinsel anlayışlara karşı yürütülen amansız bir savaşım pahasına açıklanabildiler. Yeni bir dünya anlayışı, manevî ve ruhsal yaşamın her alanına, bilim, edebiyat ve sanatlara biçim veriyordu. Bu, büyük bir ideolojik devrim oldu.
Rönesansın büyük devleri vardı: ressam, matematikçi ve mühendis Leonardo da Vinci (1452-1519), kimsenin erişemediği ressam ve heykelci Michel-Angelo Buonarotti (1475-1564). O çağdaki dünya uygarlığının öteki ustaları arasında ressam Raphael Santi'yi (1483-1520), ressam Ti-tien'i (1477-1576), ozan Ludovico Ariosto'yu (1474-1533) ve yazar François Rabelais'yi (1494-1553) anmak yerinde olur.
Rönesansın öncüleri, kendi ideolojik akımlarına, hümanizm adını verdiler; bununla yeni uygarlığın laik niteliğini ve bu uygarlığın feodalite ve din engellerinden kurtuluşunu belirtmek istiyorlardı. Hümanistler, bir insan olarak kişinin değeri üzerinde önemle duruyorlar.
Ama yükselmekte olan kapitalizmin bu ideologları, aşırı [sayfa 242] dereceye götürülen bir bireyciliği, her ne pahasına olursa olsun kişisel başarıya ulaşma isteğini övmekteydiler. Başka bir değişle onlar, burjuva türedisinin türküsünü söylüyorlardı.
Bu bakımdan, İtalyan düşünürü Niccolo Machiavel'in (1469-1527) siyasal anlayışları, çok anlamlı oldu Machiavel, prens kitabında, özellikle şunu öğretiyordu: kişisel amaçlara ya da kastının amaçlarına ulaşmak için bütün çareler, zor, hile, kalleşlik, sözünü tutmama, yalan, ikiyüzlülük hepsi mubahtır. Bunun içindir ki, Rönesansın burjuva hümanizmi, proletaryanın, tarihin en devrimci sınıfının açıkladığı, bütün insanlık ölçüsündeki gerçek hümanizmden temelden ayrılır.

REFORM 
Katolikliğe, feodal toplumun ideolojik temeline karşı savaşım verirken, burjuvazi, sömürücü bir sınıf olarak dinden vazgeçemezdi. Onun için, amaç olarak dini ve kiliseyi tümüyle ortadan kaldırmayı değil, bunları iyileştirmeyi, yanı katolikliği yeni bir dinle değiştirmeyi ileri sürüyordu. Böylece, genç burjuva sınıfının anlayışlarını ve çıkarlarını ilaha iyi yansıtan protestanlık ortaya çıktı.
Yüzyıllar boyunca katolik kilisesi tarafından hazırlanıp kotarılmış dogmalar ve ayin yöntemleri, aldatmaca ve iman edenlerin bilisizliği üzerine kurulmuştu. Dogmalar ve ayin yöntemleri, emekçilerin kuşkulanılmayan din duygularına dayanıyor, egemen feodal senyörler sınıfının amaçlarına, yani halk yığınlarının köleleştirilmesi amaçlarına büyük ölçüde yanıt veriyordu.
Ticaret için üretimin olduğu gibi, kapitalist ilişkilerin ilerlemesi, köylülerin kişisel bağımlılıktan kurtulmaları, kentlerde nüfusun artmasına ve kültür düzeyinin yükselmesine neden oluyordu. Bunun içindir ki, yeni tarihsel koşullar içinde, genişlemekte olan burjuvazi, kendisini, daha ince [sayfa 243] dogmalar yaratmak, halk yığınlarını uyutmak için katolik kilisesinin kullandıklarından daha elverişli yöntemler ve kendi egemenliğini güvenlik altına almak için daha geçerli çareler bulup hazırlamak zorunda gördü.
Dinin ve kilisenin reformcuları, feodal katolikliğin birçok dogmalarını ve ayin yöntemlerini kaldırıp atıyorlar ve dinin bir içekapanışını yansıtan yeni dogmalar benimsiyorlardı. Kilisenin gözle görülür kurumları, son derece basitleştirilmişti. Hatta dinsel şatafattan vazgeçilmesi ve mütevazı bir kilise yaratılması isteniyordu.
Protestanlar, kutsal kitapları, gerçeğin tanınmasının biricik kaynağı olarak kabul ediyorlar, papanın yanılmazlığını kabul etmiyorlardı.

ALMANYA'DA REFORM 
1524-1525 BÜYÜK KÖYLÜ SAVAŞI
Almanya, reformun yurdu oldu. 1524-1525 reform hareketi ve büyük köylü savaşı, burjuvazinin feodaliteye karşı ilk önemli kavgası ve ilk reform hareketi oldu.
15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başlarında, Almanya'da, kapitalist ilişkiler, sanayiin çeşitli dallarında kendilerini gösteriyordu. Ama, bazı kentlerin ve bazı ülkelerin ekonomisindeki hızlanma, diğer kent ve ülkelerdeki durgunluk ve geri kalma ile birlikte gidiyordu. Bu, feodal ufalanmanın ve bölünmenin sonucu olmuştu. Kırda gericiliğin ve köylülerin feodal senyörler tarafından sömürülmesinin ağırlaşması, kapitalist ilişkileri engelleyen öğelerden biri oldu.
Bu son durum, kırda sınıf savaşımını şiddetlenmeye doğru götürüyordu. 16. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak, Güney-Batı Almanya'da, devrimci köylülerin "ayakkabı" adı ile tanınan gizli örgütleri kurulmuştu. Örgütlerin üyeleri, kiliseye ve manastırlara ait topraklara elkonmasını, feodal angaryaların kaldırılmasını vb. istiyorlardı. Köylüler, aynı zamanda, ülkenin küçük parçalara bölünmesinin [sayfa 244] durdurulmasını ve merkezileşmiş bir devlet kurulması isteminde bulunuyorlardı. Kentli yığınlar da, onları destekledi. Böylece yoksul köylü ve kentlilerden bileşmiş bir devrimciler örgütünün temelleri yaratılmış oldu.
Radikal burjuvalar da bu gizli derneklerin eylemine katılıyorlardı. Küçük soyluların bir bölümü (şövalyeler) büyük feodal senyörlerin hükümranlığından ve Almanya'nın, küçük küçük parçalar halinde bölünmesinden hoşnut değillerdi.
Bütün bu muhalefet grupları, ruhban sınıfına ve genel olarak katolik kilisesine karşı, hınç ve tiksinti ile, birbirlerine kenetlenmişlerdi. Katolik kilisesi, Almanya'da bir büyük feodal toprak sahibiydi; aynı zamanda kendileri de birer feodal senyör olan ve "günahların cezası"nı bağışlayan papalık hoşgörüsünün ve iyiliğinin satıcıları, kilise prenslerinin aracılığıyla, büyük meblağlar, papalığın hazinelerine akıyordu.
Reform hareketi, bir yığın hareketi niteliği aldı. Hareket, 31 Ekim 1517'de, kilisenin günah bağışlamalarına karşı, Luther'in 95 tezinin kamuya bildirilmesi ile başladı.
Alman halkının başlıca varlıklı çevrelerine seslenen Luther, onları, katolik rahiplerinin Almanya'daki etkilerine karşı enerjik bir savaşıma çağırdı. Halk yığınları, Luther'in dinsel formüllerinde, kendi toplumsal istemlerini buluyorlardı. Onlar için reform, en başta toplumsal kurtuluş anlamına geliyordu. Ateşli devrimci Thomas Munzer, halk açısından, reform anlayışının yorumcusu, köylü savaşı döneminde ortaya çıkan köylüler ve plebyenler kampının en büyük siması oldu.
Reform yayıldıkça, başlangıçta Luther'in çevresinde gruplaşmış olan muhalefetin birleşik kampı dağılıp parçalanmaya başladı. Luther'in kendisi de, Alman halkının devrimci tabakaları ile ilişkilerini kopardı. Thomas Munzer, halk yığınlarının kılavuzu oldu. Onun için iman, aklın uyandırıcısı [sayfa 245] olmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Munzer, ayaklanmış bir halkın gerçekleştireceği büyük bir toplumsal devrim fikrini kafasında kurup geliştiriyordu. Geleceğin toplumsal düzeninde, ne sınıf ayrılıkları, ne toplumun üyelerine yabancı bir özel mülkiyet, ne de bir devlet gücü olacaktı. Bunlar, komünizm fikirlerinin sağlam habercileriydi. Şurası kendiliğinden bellidir ki, Munzer'in kendisi için bile oldukça bulanık olan bu ideal, geniş halk yığınları tarafından anlaşılamazdı.
Devrimci hareket genişledi ve 1524'te açık bir savaşıma, büyük bir köylü savaşımına dönüştü. Egemen sınıfın bütün güçleri halka karşı birleştiler. En sonunda, feodal prens ve senyörler, atlı kuvvetlerin ve topçuların yardımıyla köylü birliklerini ezdiler (Mayıs 1525).
Köylülerin yenilgisi, geniş bir toplumsal hareket olarak reformun da yenilgisi oldu. Almanya'daki burjuva devrimi girişimi, kapitalist üretime geçişte daha ilk adımlarını atmakta olan burjuvazinin kararsızlığı, korkaklığı ve iktisadî zayıflığının sonucu olarak başarısızlığa uğradı.
Ama köylü reformunun ve savaşımının çok önemli yankıları oldu. Feodal düzene, bütün Avrupa ölçüsünde bir darbe indirildi.
Reform fikirleri, burjuva biçiminde, gelişmeye devam ediyordu.

PROTESTANLIĞIN YAYILMASI 
Protestanlık ruhu, klasik çizgileriyle, Cenevreli Jean Calvin'in öğretisiyle somutlaştırıldı. Calvin, her insanın yazgısının, daha dünyanın yaradılışından önce Tanrı tarafından belirlendiği (alınyazısı dogması) ve herkesin, mesleğindeki başarısıyla Tanrının sevgili kulu olduğunu kanıtlayabileceğini ifade ediyordu. Calvin, tacirlerin ve işadamlarının görevlerinin elbette ki, olabildiği ölçüde zenginliklerini artırmak olduğunu, çünkü Tanrının bile başkalarının [sayfa 246] yönetimini onlara emanet ettiğini vaazediyordu. Böylelikle ücretli el emeğinin sömürülmesi, kalvenistlerde, onlardan sonra da öteki protestanlarda "sofuca bir hareket" oldu.
Protestan dini, kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu bütün Avrupa ülkelerinde yayılıyordu.


4. HOLLANDA'DA 16. YÜZYILDA BURJUVA DEVRİMİ 

DEVRİMİN ZORUNLULUĞU 
İlerlemekte olan üretici güçler, çökmekte olan feodalitenin üretim ilişkileri ile gittikçe daha keskinleşen çelişkili bir hale girdiler. Ama kapitalist ilişkiler, feodalitenin siyasal kurumları, en başta feodal devlet şafdışı edilmeksizin, kendilerini kesin olarak kabul ettiremezlerdi; bu safdışı etme işi ise, barışçı bir evrimde yapılamazdı. Onun için, feodal siyasal rejimin devrim yoluyla ortadan kalkması, toplumsal gelişmenin bir zorunluluğu idi.
Almanya'da dönüşüm ve köylü savaşı, burjuva devriminin talihsiz bir ilk girişimi idiyse, ikinci girişim, Hollanda'daki İspanyol egemenliğine karşı bir ulusal kurtuluş savaşı halini alan 1566-1609 burjuva devrimi oldu.

YÜZYILIN BAŞINDA HOLLANDA 
Onyedi Hollanda eyaleti, bugünkü Belçika topraklarını, Fransa, Luksemburg ve Almanya'nın kuzey kısımlarım içine alıyordu. 13. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasındaki dönemde Hollanda, iktisaden gelişmiş bir ülkeydi. 15. yüzyıldan 16. yüzyıla geçerken bu eyaletlerin ekonomisi değişikliklere uğradı; bu değişiklikler, eyaletlerin hızla gelişmesinin nedeni oldular ve toplumsal ilişkilere ve ülkenin siyasal yaşamına damgalarını vurdular.
İşte bu dönemde, feodal ilişkilerin dağılıp parçalanması ve aynı zamanda sermayenin ilkel birikimi süreci, Hollanda'nın [sayfa 247] siyasal ve iktisadî gelişmesini daha kesin bir biçime etkilemeye başladı.

LONCALARIN GERİLEMESİ VE KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ 
Lonca üretimi, gittikçe önemini yitiriyordu. Örneğin, loncaya bağlı en büyük kumaş sanayii merkezlerinden biri olan Ypres'de, 1517'den 1545'e kadar işler durumda olan dokuma tezgâhlarının sayısı, 600'den l00'e düşmüştür. Dağınık ya da merkezileşmiş kapitalist manüfaktürler, daha önemli bir rol oynamaya başladılar, yeni üretim dallarında ve en başta büyük sanayi merkezlerinde birdenbire ortaya çıkıverdiler. Valencienne'de, Mons'ta, Handschoote'da merkezileşmiş dokuma manüfaktürleri ortaya çıktı. Sabun ve şeker sanayileri, başlangıçta dokumacılık loncalarıyla birarada yaşadıkları Anvers'de kuruldu. Namur ile Liege eyaletlerinde, maden sanayii ve madencilik gelişiyordu. Hollanda'nın kuzey eyaletlerinde, gemi yapımında, balıkçılıkta, tereyağı, bira vb. imalâtında, kapitalist ilişkiler egemen olmaya başladı.
İç ve dış ticaret, çok genişledi. Ülkede, başlıca merkezleri güneyde Anvers, kuzeyde Amsterdam olan kapitalist bir iç pazar oluşuyordu. Bu kentlerden Anvers, 16. yüzyılın ortalarında en büyük ticaret ve kredi merkezi haline geldi.
Ama kapitalist ilişkiler, eşit olmayan bir biçimde gelişiyordu. Her şeyden önce kuzey eyaletlerinde, Hollanda ve Zelanda'da yayıldılar. Birçok güney eyaletlerinde feodal ilişkiler varlıklarını sürdürüyorlardı.
Kapitalist ilişkilerin gelişmesi, uzlaşmaz karşıt sınıfların, burjuvazi ve proletaryanın ortaya çıkmasıyla birlikte gidiyordu. Mülksüzleştirilmiş köylüler ve zanaatçılar, proleterlerin sayısını artırıyorlardı.

FEODAL SOYLULUK VE ULUSAL BOYUNDURUK
Ülkenin siyasal yaşamının kilit noktalarım ellerinde bulunduran [sayfa 248] feodal soyluluk, kapitalizmin ilerlemesini ve burjuvazinin ileriye doğru atılımını engelliyorlardı. Soyluların güney eyaletlerinde büyük bir etkileri vardı. Hollanda burjuvazisi, siyasal bakımdan kötü örgütlenmişti ve kendi sınıf çıkarlarının adamakıllı bilincinde değildi. Dinsel fikirler (kalvenizm), burjuvazinin siyasal anlayışlarını dile getiriyordu.
Feodal soyluluk, yabancı istilâcılarla, İspanya prensleriyle ittifakını sağlamlaştırmaya bakıyordu. İspanyol mutlakıyetinin boyunduruğu, özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısında, 1556'dan, yani İmparator Charles V'in (Şarlken'in) oğlu Philjppe II'nin İspanyol tahtına gelişi tarihinden sonra ağırlaştı. İmparatorluğun parçalanışından sonra Hollanda, Philippe II'nin payına düşmüştü. Yeni kralın iktidarı, askerî birliklere ve katolik kilisesine dayanıyordu.
Bütün halk, İspanyol mutlakiyetine ve katolik kilisesine kin duymaya başladı. Sonunda, 1566'da, bu kin, geniş bir halk hareketi olarak billurlaştı. Hollanda soylularının bir bölümü de bu harekete katıldı.

HOLLANDA CUMHURİYETİNİN KURULUŞU
HOLLANDA DEVRİMİNİN ANLAMI 

Burjuvazi, kuzey eyaletlerinde, daha ileri gitmiş ve daha iyi örgütlenmişti. Bunun içindir ki, burjuvazinin temsilcileri, 1579'da Utrech Birliği adı verilen birliği kurduktan sonra zaferi elde ettiler. 1581'de kuzey eyaletlerinin La Haye'da toplanmış olan delegeleri, Philippe II'nin tahttan indirildiğini ilân ettiler. "Birleşik Krallık" ya da Hollanda, yeni ortaya çıkan ve kesin olarak 1609'da kuruluşunu tamamlayan devlet, Avrupa'da ilk burjuva cumhuriyeti oldu.
İlerici anlamlarına karşın, Hollanda devrimi ve onu izleyen burjuva devrimleri, insanın insan tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmıyordu. Ancak, feodal soyluluğun egemenliği yerine, burjuvazinin egemenliğini getiriyordu. [sayfa 249]
Hollanda devriminin zaferinin gerçek yaratıcıları, halk yığınlarıydı. Bu, başarı sağlamış ilk burjuva devrimiydi. Ama, Avrupa olaylarının daha sonraki evrimi üzerindeki etkisi sınırlı oldu. 16. yüzyılın ortalarında İngiliz burjuva devrimi, özellikle 18. yüzyılın sonunda Fransız devrimi, sözcüğün geniş anlamıyla burjuva düzeni çağını açtılar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder