29 Ağustos 2014 Cuma

Proleter Devrimde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler - Komünist Enternasyonal

Dünya proletaryası, sonucu belirleyici mücadeleler ile karşı karşıyadır. İçinde yaşadığımız dönem açık iç savaşlar dönemidir. Belirleyici an yaklaşmaktadır. Pratik olarak esaslı bir işçi hareketinin varolduğu her ülkede işçi sınıfı, silah elde bir dizi şiddetli mücadeleyle karşı karşıyadır.
İşçi sınıfı her zamankinden daha fazla, sıkı bir örgüte ihtiyaç duyuyor. Şimdi o, bir saniye bile kaybetmeksizin kendisini bu mücadelelere hazırlamak için yorulmak bilmeden çalışmalıdır.
Eğer Paris Komünü (1871) zamanında, işçi sınıfı, ne kadar küçük olursa olsun, disiplinli bir komünist partiye sahip olsaydı, Fransız proletaryasının ilk kahramanca ayaklanışı çok daha fazla ağırlığa sahip olabilecek ve birçok hata ve zaaftan kaçınılabilecekti.
Proletaryanın şimdi karşı karşıya olduğu mücadeleler, bu farklı tarihsel koşullarda, 1871’inkilerden çok daha büyük ölçüde ölüm kalım mücadeleleri olacaktır. Bu nedenle Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresi, tüm dünyanın devrimci işçilerinin dikkatini şu noktalara yöneltir:
1. Komünist Parti, işçi sınıfının bir parçasıdır; en ileri, en bilinçli ve bu nedenle en devrimci kesimidir. Bir doğal seleksiyon süreci aracılığıyla komünist parti en iyi, en bilinçli, en adanmış ve en uzak görüşlü işçilerden oluşur. Komünist Parti, bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarından başka hiçbir çıkara sahip değildir. Komünist Parti, bir bütün olarak işçi sınıfından, işçi sınıfının tüm tarihsel yolunun net bir kavranışına bütünüyle sahip olması olgusuyla ayrılır ve bu yoldaki her dönemeçte, işçi sınıfının çeşitli gruplarının veya mesleklerinin değil bütününün çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Komünist Parti, işçi sınıfının en ileri kesiminin, tüm proleter ve yarı-proleter kitleleri doğru yola yöneltmekte kullanacağı örgütsel ve politik manivelasıdır.
2. Proletarya devlet iktidarını ele geçirinceye, kendi egemenliğini ilk ve son defa sağlamlaştırıncaya ve onu bir burjuva restorasyona karşı garanti altına alıncaya kadar, komünist parti, saflarında işçilerin sadece bir azınlığına sahip olacaktır. İktidarın ele geçirilmesinden önce ve geçiş döneminde, komünist parti, uygun koşullarda, nüfusun tüm proleter ve yarı-proleter katmanları üzerinde devamlı bir entellektüel ve politik etki gerçekleştirebilir, ancak onların hepsini örgütsel olarak kendi saflarında birleştiremez. Ancak proletarya diktatörlüğü burjuvaziyi, basın, okullar, parlamento, kilise, idari aygıt, vs. gibi çok güçlü nüfuz yaratma araçlarından mahrum bıraktıktan sonra, ancak burjuva düzenin nihai yenilgisi herkes için aşikâr hale geldikten sonra, ancak o zaman, tüm ya da hemen hemen tüm işçiler komünist parti saflarına girmeye başlayacaktır.
3. Parti ve sınıf kavramları arasında kesin bir ayrım yapılmalıdır. Almanya, İngiltere ve diğer ülkelerin “Hıristiyan” ve liberal sendikalarının üyeleri şüphesiz işçi sınıfının parçalarıdırlar. Scheidemann, Gompers ve benzerlerini hâlâ izleyen az ya da çok sayıda işçi grupları da şüphesiz işçi sınıfının parçasıdırlar. Belli tarihsel koşullarda işçi sınıfının, çok sayıda gerici unsuru içermesi bile tümüyle mümkündür. Komünizmin görevi, kendisini işçi sınıfının bu geri kesimlerine uyarlamak değil, tüm işçi sınıfını komünist öncü seviyesine yükseltmektir. Bu iki kavramın –parti ve sınıf– karıştırılması, çok büyük hatalara ve şaşkınlıklara yol açabilir. Örneğin açıktır ki, emperyalist savaş sırasında işçi sınıfının belirli bir kesiminin duygu ve önyargılarına rağmen, işçilerin partisi, ne pahasına olursa olsun, proletarya partisinin savaşa karşı savaş ilân etmesini gerektiren proletaryanın tarihsel çıkarlarını savunarak, bu duygu ve önyargılara karşı savaşım vermek zorundaydı.
1914’te emperyalist savaşın patlak vermesi üzerine, tüm ülkelerdeki sosyal-hainlerin partileri “kendi” ülkelerinin burjuvazilerini desteklediklerinde, sürekli ve tutarlı bir şekilde işçi sınıfının arzularına göre hareket ettiklerini açıklıyorlardı. Ancak unutuyorlar ki, bu söylediklerinde haklı bile olsalar, böyle durumlarda işçilerin çoğunluğunun duygularına karşı çıkmak ve bunun karşısında proletaryanın tarihsel çıkarlarını temsil etmek, proletarya partisinin görevi olmalıdır. Aynı şekilde, bu yüzyılın başlarında, o zamanın Rus Menşevikleri (Ekonomistler denilenler), bir bütün olarak işçi sınıfının politik mücadele kavrayışına henüz ulaşmadığı gibi bir gerekçeyle Çarlığa karşı açık politik mücadeleyi reddediyorlardı.
Aynı şekilde, Alman Bağımsızlarının sağ kanadı, kararsız ve yetersiz davranırken, partinin kitlelere önderlik etmek ve onlara yol göstermek için varolduğunu anlamaksızın, daima “kitlelerin arzuları”ndan dem vuruyor.
4. Komünist Enternasyonal eski “sosyal-demokrat” partilerin ve İkinci Enternasyonal’in çöküşünün hiçbir şekilde genel olarak proletarya partisi sisteminin çöküşü olarak sunulamayacağı inancına sarsılmaz biçimde bağlı kalacaktır. Proletarya diktatörlüğü için doğrudan mücadele dönemi, yeni bir proletarya partisinin doğuşunu beraberinde getirdi; Komünist Parti.
5. Komünist Enternasyonal, kendisine ait bağımsız bir politik partiye sahip olmaksızın, proletaryanın kendi devrimini başarabileceği görüşünü kararlılıkla reddeder. Her sınıf mücadelesi bir politik mücadeledir. Bu mücadelenin hedefi, ki kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüşür, politik iktidarın fethidir. Bir politik parti olmaksızın, politik iktidar ele geçirilemez, örgütlenemez ve işletilemez. Yalnızca eğer proletarya, önder olarak, net bir şekilde tanımlanmış amaçlara ve hem iç hem de dış politika için ivedi önlemlerin pratik programına sahip, örgütlü ve deneyimli bir partiye sahipse, politik iktidarın fethinin tesadüfi bir olay değil, proletarya tarafından inşa edilmiş toplumun süregiden bir komünist yapısının başlangıç noktası olduğu ortaya çıkabilir.
Aynı sınıf savaşımı, benzer şekilde, proleter hareketin çok çeşitli biçimlerinin (sendikalar, kooperatifler, fabrika konseyleri, eğitim çalışmaları, seçimler vs.) birleştirilmiş yönetimini ve merkezileşmesini talep etmektedir. Ancak politik bir parti, böylesi bir koordinasyon ve kılavuzluk merkezi olabilir. Böyle bir partinin yaratılması ve güçlendirilmesinin ve kendini buna tabi kılmanın reddedilmesi, savaşımın çok çeşitli alanlarında faaliyet gösteren proletaryanın farklı savaşçı güçlerinin yönetim birliğinin reddedilmesi anlamına gelir. Proleter sınıf mücadelesi, tek bir hareket noktasından mücadelenin çeşitli aşamalarını aydınlatan ve proletaryanın dikkatini, durum gerektirdiğinde, tüm sınıfı ilgilendiren ortak ve kesin görevlere çevirecek yoğun bir ajitasyona ihtiyaç duymaktadır. Bu, merkezi bir politik aygıt, yani bir politik parti olmaksızın gerçekleştirilemez. Devrimci sendikalistler ve Dünya Sanayi İşçileri (IWW) taraftarları tarafından bağımsız bir işçi partisinin gerekliliğine karşı yürütülen propaganda, bu nedenle nesnel olarak sadece burjuvazinin ve karşı-devrimci “sosyal-demokratlar”ın desteklenmesine yardım etmiştir ve etmektedir. Tek başına sendikalarla veya şekilsiz “genel” işçi birlikleriyle ikame etmek istedikleri komünist parti karşıtı propagandalarında, sendikalistler ve IWW, itirafçı oportünistlere yakınlaşmaktadırlar. 1905 devrimi yenilgisinden sonra Rus Menşevikleri, işçi sınıfının devrimci partisinin yerine geçirilmek üzere bir işçi kongresi fikrini yıllarca savundular. Amerika ve İngiltere’deki her çeşitten “sarı Labourcılar”, işçilere politik bir partinin yerini almak üzere şekilsiz işçi birliklerini veya muğlak, saf parlamenter toplulukları vaaz ettiler ve aynı zamanda katıksız bir burjuva politika sergilediler. Devrimci sendikalistler ve IWW, burjuvazinin diktatörlüğüne karşı savaşmaya can atmaktadırlar, ancak bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Bağımsız bir politik parti olmadan işçi sınıfının başsız bir gövde olduğunu kavrayamamaktadırlar.
Devrimci sendikalizm ve endüstriyalizm[1], ancak II. Enternasyonal’in eskimiş, köhne, karşı-devrimci ideolojisi ile karşılaştırıldığında ileri bir adımı ifade eder. Fakat devrimci Marksizm ile, yani komünizm ile karşılaştırıldığında, sendikalizm ve endüstriyalizm geri bir adımdır. “Sol” KAPD’nin Nisan ayındaki kuruluş kongresinde, bu kongrenin bir parti kurmakta olduğunu ama bunun “geleneksel anlamda bir parti olmadığını” ifade eden deklarasyonu, sendikalizm ve endüstriyalizmin bu gerici tavrına ideolojik bir teslimiyettir.
İşçi sınıfı, burjuvaziye karşı zaferi, tek başına genel grev ile, kolunu kavuşturup bekleme taktikleri ile kazanamaz. Proletarya, silahlı ayaklanmaya başvurmak zorundadır. Bunu kavrayan herkes şunu da anlamalıdır ki, örgütlü bir politik parti zorunludur, şekilsiz işçi birlikleri yeterli değildir.
Devrimci sendikalistler, sık sık kararlı bir devrimci azınlığın oynayabileceği büyük rolden bahsediyorlar. İşçi sınıfının gerçekten kararlı bir azınlığı, komünist olan, faaliyet göstermek isteyen, bir programa sahip olan, kitlelerin mücadelesini örgütlemek için yola çıkan bir azınlık; işte komünist parti de tastamam budur.
6. Gerçek bir komünist partinin en önemli görevi, proletaryanın en geniş kitlesi ile her zaman en yakın temas halinde bulunmaktır.
Bunu gerçekleştirebilmek için komünistler, çeşitli ülkelerdeki harp malulü dernekleri, İngiltere’deki “Rusya’dan Elini Çek” komiteleri, proleter mahalle cemiyetleri vs. gibi, politik parti karakterini taşımamalarına rağmen üyelerinin arasında büyük proleter gruplarını barındıran toplulukların içinde aktif olabilirler ve olmalıdırlar. “Parti-dışı” işçi ve köylü konferansları olarak anılan Rus örneği özellikle önemlidir. Bu konferanslar her kasabada, her işçi sınıfı bölgesinde ve hatta kırsal bölgelerde pratik olarak örgütlendi. Bu konferansların delege seçimlerinde geri işçilerin bile en geniş kitleleri yer aldı. En ivedi sorunlar gündeme alındı; yiyecek temini, barınma, askeri durum, eğitim, günün politik görevleri vs.. Komünistler, bu “parti-dışı” konferanslar üzerinde en aktif çabayı sarf ettiler ve parti için muazzam başarılar kaydettiler.
Komünistler, bu tip daha geniş işçi örgütleri içinde örgütlenme ve eğitim çalışmasını sistematik bir tarzda gerçekleştirmeyi en önemli görev olarak kabul ederler. Ve bunu başarıyla yapmak için, devrimci proletaryanın düşmanlarının bu geniş işçi örgütlerini ele geçirmelerini engellemek için ileri komünist işçiler, her zaman örgütlü bir biçimde davranan ve her olayda ve hareket hangi biçimi alırsa alsın komünizmin genel çıkarlarını gözetebilecek kendi bağımsız sımsıkı kenetlenmiş komünist partilerini oluşturmalıdırlar.
7. Komünistler hiçbir şekilde, apolitik karakterde, hatta tastamam gerici bir karakterde olduklarında dahi, kitlesel işçi örgütlerinden (sarı veya Hıristiyan birlikleri, vs.) uzak durmazlar; onların içinde yer almaktan, onları kullanmaktan kaçınmazlar. Komünist parti bu örgütler içinde propagandasını aralıksız olarak sürdürür ve bir ilke olarak partisizlik fikrinin, işçileri sosyalizm için örgütlü mücadeleden saptırmak amacıyla bizzat burjuvazi ve onun kalemşorları tarafından bilinçli olarak teşvik edildiğine işçileri yorulmaksızın ikna etmeye çalışır.
8. İşçi hareketinin eski “klasik” üç parçaya bölünmesinin –parti, işçi sendikası, kooperatif– açıkça modası geçmiştir. Rusya’daki proleter devrim, proletarya diktatörlüğünün temel biçimini yaratmıştır: Sovyetler. Her yerde ulaştığımız yeni bölümlenme şudur: 1) Parti, 2) İşçi konseyleri (Sovyetler), 3) Üretici toplulukları (sendikalar). Ancak hem konseyler hem de sendikalara sürekli ve sistematik biçimde proletaryanın partisi tarafından, yani komünist parti tarafından kılavuzluk edilmelidir. Ekonomik ve politik alanlarda olduğu kadar, eğitim alanında da tüm işçi sınıfının mücadelesiniyönetmesi gereken işçi sınıfının örgütlü öncüsü, komünist parti; sendikalar ve işçi konseyleri içinde olduğu kadar, her çeşit proleter örgütte de canlılık ruhu olmalıdır.
Proletarya diktatörlüğünün temel tarihsel biçimi olarak sovyetlerin doğuşu hiçbir şekilde proleter devrimde komünist partinin önderlik rolünü azaltmaz. Alman “sol” komünistleri (bkz. 14 Nisan 1920 Alman proletaryasına “Alman Komünist İşçi Partisi” imzalı çağrı), “parti de kendisini gitgide sovyet fikrine uyarlıyor ve proleter bir karakter kazanıyor”(K[ommunistischeA[rbeiter]Z[eitung], no 54) dediklerinde bu, sanki Sovyetler komünist partinin yerini alabilirmiş gibi, komünist partinin sovyetler içinde yutulması gerektiği fikrinin utangaç bir ifadesidir.
Bu fikir temelden yanlıştır ve gericidir. Rus devrim tarihinde, sovyetlerin proletarya partisi ile karşı karşıya kaldığı ve burjuvazinin ajanlarının politikalarını desteklediği bir dönem vardır. Aynısı Almanya için de doğruydu. Aynısı diğer ülkeler için de mümkündür. Eğer sovyetler tarihsel misyonunun hakkını verecekse, kendisini basitçe sovyetlere “uyarlamayıp” sovyetlerin kendilerini burjuvaziye ve beyaz-muhafız sosyal-demokrasiye “uyarlamamasını” garanti altına alabilen, sovyetler içindeki fraksiyonu aracılığıyla onu yedeğine alabilecek bir parti, güçlü bir komünist parti zorunludur.
Her kim komünist partinin kendisini sovyetlere “uyarlaması” gerektiğini savunuyorsa, her kim böylesi bir uyarlanışta partinin “proleter karakterinin” güçlenişini görüyorsa, hem partiye hem de sovyetlere fazlasıyla şüpheli bir yardımda bulunuyordur ve hem partinin hem de sovyetlerin anlamını kavramaktan acizdir. Bir ülkede yarattığımız parti ne kadar güçlü olursa, “Sovyet fikri” o kadar çabuk zafer kazanacaktır. Çok sayıda “Bağımsız” ve hatta sağ kanat sosyalist “Sovyet fikrine” şimdi nezaketen hoşgörü ile bakıyorlar. Yalnızca eğer sovyetlerin politikaları üzerinde belirleyici bir etki uygulayabilen güçlü bir komünist partiye sahipsek, bu unsurların Sovyet fikrini çarpıtmasının önüne geçebiliriz.
9. İşçi sınıfı komünist partiye yalnızca iktidarın ele geçirilmesine kadar değil, yalnızca iktidarın ele geçirilmesi sırasında değil, aynı zamanda iktidarın işçi sınıfına geçişinden sonra da ihtiyaç duyar. Hemen hemen üç yıldır iktidarda olan Rus Komünist Partisi tarihi, komünist partinin öneminin işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinden sonra azalmadığını, aksine muazzam biçimde arttığını göstermiştir.
10. Proletarya iktidarı ele geçirdiğinde, onun partisi, daha önce olduğu gibi, yalnızca işçi sınıfının bir kesimi –tam olarak zaferi örgütleyen kesimi– olarak kalmaya devam edecektir. Rusya’da yirmi yıl ve Almanya’da birkaç yıl boyunca, komünist parti sadece burjuvaziyle değil, aynı zamanda burjuva etkileri proletaryaya taşıyan “sosyalist”lerle de savaştı; saflarına işçi sınıfının en güvenilir, en ileri görüşlü ve en gelişmiş savaşçılarını aldı.Yalnızca işçi sınıfı elitinin böyle bir disiplinli örgütü varsa, zaferin ertesinde işçi diktatörlüğünün karşı karşıya kaldığı tüm zorlukların üstesinden gelebilmek olanaklı olur. Yeni bir proleter kızıl ordunun örgütlenmesi, burjuvazinin devlet aygıtının tam olarak yıkılması ve yerine yeni bir proleter devlet aygıtının ilk adımlarının geçirilmesi, işçi grupları arasındaki dar görüşlü kurnazlık eğilimlerine karşı savaş, yerel ve bölgesel “yurtseverliğe” karşı mücadele, yeni bir iş disiplinini yaratmanın yollarının açılması; bu alanların tümünde komünist parti son söze sahiptir. Onun üyeleri kendi öz deneyimleriyle işçi sınıfının çoğunluğunu uyandırmalı ve ona önderlik etmelidir.
11. Proletaryanın politik partisine olan ihtiyaç, ancak sınıfların yok oluşlarının tamamlanmasıyla ortadan kalkar. Komünizmin bu nihai zaferine giden yolda, proleter örgütlenmelerinin bugünkü üç temel biçiminin (parti, sovyet, üretici birlikleri) tarihsel öneminin değişmesi ve yavaş yavaş tek bir tipte işçi örgütünün kristalize olması olasıdır. Fakat Komünist parti, yalnızca, komünizm, uğruna savaşılan bir şey ve bir amaç olmaktan çıktığı ve tüm işçi sınıfı komünist olduğu zaman işçi sınıfı içerisinde bütünüyle eriyebilir.
12. Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi yalnızca genel olarak komünist partinin tarihsel misyonunu yeniden onaylamakla kalmaz, ana hatlarıyla da olsa ne tipte bir komünist partiye ihtiyaç duyduğumuzu da uluslararası proletaryaya gösterir.
13. Komünist Enternasyonal, komünist partinin bilhassa proletarya diktatörlüğü döneminde demirden bir proleter merkeziyetçilik temelleri üzerinde inşa edilmesi gerektiği görüşündedir. Uzun ve çetin bir iç savaş sırasında işçi sınıfına başarıyla önderlik edebilmek için, komünist parti kendi safları içinde demirden bir askeri disiplini gerçekleştirmelidir. Rus iç savaşında üç yıldır işçi sınıfına önderlik eden komünist partinin deneyimleri göstermiştir ki, en sıkı disiplin olmaksızın, tam merkezileşme olmaksızın ve tüm parti örgütlerinin parti merkezine en tam yoldaşça güveni olmaksızın, işçilerin zaferi imkânsızdır.
14. Komünist parti demokratik merkeziyetçilik temelinde inşa edilmelidir. Demokratik merkeziyetçiliğin temel ilkeleri şunlardır; üst parti organları daha alttakiler tarafından seçilecektir, üst organların talimatları daha alttakileri koşulsuz ve kaçınılmaz olarak bağlar, ve kongreler arasındaki dönemde tüm önde gelen partili yoldaşlarca otoritesi evrensel olarak ve tartışmasız tanınan güçlü bir parti merkezi varolmalıdır.
15. Avrupa ve Amerika’daki bir dizi komünist parti, burjuvazi tarafından komünistlere dayatılan “kuşatma durumu”nun bir sonucu olarak illegal bir yaşam sürmek zorunda bırakılmıştır. Böyle bir durumda seçim ilkesinin harfiyen gözetilemeyeceği ve partinin önder organlarına, bir zamanlar Rusya’da yapıldığı gibi, üye atama hakkı verilmesi gerektiği akılda tutulmalıdır. Bir “kuşatma durumu” altında komünist parti her ciddi sorun hakkında demokratik bir referandumdan yararlanabilecek durumda veya yetide değildir; bilâkis acil durumlarda tüm parti üyeleri için önemli kararlar alma hakkını merkezi organa vermek zorunda bırakılmıştır.
16. İçinden geçtiğimiz dönemde yerel parti örgütleri için geniş “otonomi” savunuculuğu, sadece, komünist parti saflarını zayıflatır, eylem kapasitesinin altını oyar, ve gevşek bir yapıya kapıyı aralayan eğilimlere, küçük-burjuva ve anarşist eğilimlere hizmet eder.
17. Burjuvazinin ve karşı-devrimci sosyal-demokrasinin hâlâ iktidarda olduğu ülkelerde komünist partiler, legal ve illegal çalışmayı örgütlü bir tarzda birleştirmeyi öğrenmek zorundadırlar. Legal çalışma her zaman illegal partinin pratik gözetimi altında olmalıdır. Gerek merkezi, gerek yerel hükümetlerdeki komünist parlamenter fraksiyonlar, partinin o anda legal veya illegal olup olmadığına bakılmaksızın bütünüyle partinin denetimi altında olmalıdırlar. Ne şekilde olursa olsun, kendilerini partiye tabi kılmayı reddeden delegeler partiden atılmalıdırlar.
Legal basın (gazeteler ve basım evleri), tamamen ve kayıtsız şartsız tüm partiye ve onun merkez komitesine tabi olmalıdır. Bu noktada hiçbir ayrıcalık kabul edilemez.
18. Komünist partinin tüm örgütsel faaliyetinin temeli, her durumda, proleter ve yarı-proleterlerin sayısı ne kadar az olursa olsun, komünist hücreler yaratılmasıdır. Her sovyette, her sendikada, her kooperatifte, her fabrikada, her mahalle konseyinde, komünizme sempati duyan üç kişi bile olsa her yerde derhal bir komünist hücre oluşturulmalıdır. İşçi sınıfının öncüsünün tüm işçi sınıfını kendisi ile sürüklemesini mümkün kılan sadece komünistlerin sıkı örgütlülüğüdür. Parti-dışı örgütlerde çalışan tüm komünist parti hücreleri, o anda partinin legal veya illegal olarak çalıştığına bakmaksızın, kayıtsız şartsız bir bütün olarak parti örgütüne tabidir. Her türden komünist hücreler mümkün olan en kesin şekilde, safların sıkı bir hiyerarşik düzeni içinde bir diğer hücreye tabi olmalıdır.
19. Hemen her yerde, komünist parti bir şehir partisi olarak, esas olarak kentlerde yaşayan sanayi işçilerinin partisi olarak ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının zaferini kolaylaştırmak ve hızlandırmak için, komünist parti sadece şehirlerin değil köylerin de partisi haline gelmelidir. Komünist parti propagandasını ve örgütlenmesini tarım işçilerine ve küçük ve orta köylülere taşımalıdır. Komünist parti kırsal kesimde komünist hücreler örgütlemeye özel dikkat göstermelidir.

Proletaryanın uluslararası örgütü, komünistlerin yaşadığı ve savaştığı tüm ülkelerde, ancak burada formüle edilen komünist partinin rolü hakkındaki fikirlere sımsıkı sarınıldığı takdirde güçlü olabilir. Komünist Enternasyonal, ilkelerini kabul eden ve sarı Enternasyonal ile bağlarını koparmaya hazır her sendikayı kongresine davet eder. Komünist Enternasyonal, komünist ilkeleri onaylayan bir uluslararası kızıl sendikalar seksiyonu örgütleyecektir. Komünist Enternasyonal, burjuvaziye karşı ciddi bir devrimci mücadele yürütmek isteyen hiçbir parti-dışı işçi örgütü ile işbirliğini reddetmeyecektir. Ne var ki, Komünist Enternasyonal böyle yapmakla tüm dünya proletaryasına şunu duyurur:
1. Komünist parti, işçi sınıfının kurtuluşunun en başta gelen ve birincil silahıdır. Artık her ülkede sadece grup veya eğilimlere değil, bir komünist partiye sahip olmalıyız.
2. Her ülkede sadece tek bir birleşik komünist parti olmalıdır.
3. Komünist parti en sıkı merkeziyetçilik ilkesi üzerinde inşa edilmelidir ve iç savaş döneminde, saflarında askeri disiplini hakim kılmalıdır.
4. Bir düzine proleterin veya yarı-proleterin olduğu her yerde komünist parti örgütlü bir hücreye sahip olmalıdır.
5. Parti-dışı her dernekte, partiye sıkıca bağlı bir komünist hücre varolmalıdır.
6. Komünizmin devrimci taktiklerine ve programına sımsıkı ve inatla bağlı kalırken, komünist parti, ilkesiz oportünizmin olduğu kadar, sekterliğin de önüne geçerek, geniş işçi örgütleri ile mümkün olan en yakın ilişki içinde olmalıdır.

Friedrich Engels Hakkında - V. Lenin

Nasil bir zekâ mesalesi söndü
Nasil bir yürek durdu!
5 Agustos 1895’te Friedrich Engels Londra’da öldü. Dostu (1883’te ölen) Karl Marx’tan sonra, Engels, bütün uygar dünyanin modern proletaryasinin en yetkin bilim adami ve ögretmeniydi. Kaderin Karl Marx ve Friedrich Engels’i bir araya getirdigi andan bu yana, iki arkadas yasamlari boyunca çalismalarini ortak bir davaya adadilar. Ve bu yüzden Friedrich Engels’in proletarya ugruna neler yapmis oldugunu anlamak için, çagdas isçi sinifi hareketinin gelisiminde Marx’in ögretisi ve çalismasinin önemi konusunda açik bir fikre sahip olmak gerekir. Marx ve Engels, isçi sinifi ve onun taleplerinin, burjuvazi ile birlikte kaçinilmaz olarak proletaryayi yaratan ve örgütleyen mevcut iktisadi sistemin zorunlu bir sonucu oldugunu ilk gösterenlerdir. Onlar, insanligi, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanin, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girisimleri degil de, örgütlenmis proletaryanin sinif savasimi oldugunu gösterdiler. Marx ve Engels, bilimsel çalismalariyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir bulusu olmadiginin, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelismesinin nihai amaci ve zorunlu bir sonucu oldugunun ilk açiklamasini yapanlardir. Günümüze kadar olan yazili tarih, sinif savasimlarinin belirli toplumsal siniflarin ötekiler üzerindeki birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmustur. Ve, sinif savasimi ve sinif egemenliginin temelleri —özel mülkiyet ve anarsik toplumsal üretim— kayboluncaya dek bu sürecektir. Proletaryanin çikari, bu temellerin yikilmasini gerektirir ve bu nedenle, örgütlenmis isçilerin bilinçli sinif savasimi bunlara karsi yöneltilmelidir. Ve her sinif savasimi, politik bir savasimdir.
Marx ve Engels’in bu görüsleri, simdi kurtuluslari için kavga veren bütün proleterler tarafindan benimsenmistir. Ama kirklarda, iki arkadas zamanlarinin sosyalist yazinina ve toplumsal hareketlerine katildiklarinda, tamamen yeniydiler. Siyasal özgürlük savasimina krallarin, polis ve din adamlarinin despotizmine karsi savasima katilan, yetenekli ve yeteneksiz, dürüst ve dürüst olmayan birçok kimse vardi, bunlar, burjuvazinin çikarlari ile proletaryanin çikarlari arasinda uzlasmaz karsitlik oldugunu göremiyorlardi. Bu kimseler, isçilerin bagimsiz bir toplumsal güç olarak hareket etmeleri gerektigi düsüncesini kabul edemiyorlardi. Öte yandan, yalnizca yöneticileri ve egemen siniflari çagdas toplumsal düzenin adaletsizliklerine ikna etmenin yeterli olacagina ve o zaman yeryüzünde barisin ve evrensel refahin kolayca kurulacagina inanan, kimi de deha sahibi, birçok hayalci vardi. Savasimsiz bir sosyalizm düsünü görüyorlardi. Ensonu, o zamanin sosyalistlerinin hemen hepsi ve genel olarak isçi sinifinin dostlari, ancak, sanayinin gelismesi ölçüsünde büyüdügünü korkuyla izledikleri proletaryayi bir çiban olarak görüyorlardi. Bu yüzden de, tümü, sanayinin ve proletaryanin gelismesini durduracak, “tarih tekerlegini” durduracak araçlar ariyorlardi. Marx ve Engels, proletaryanin gelismesi konusundaki genel korkuyu paylasmiyorlardi; tam tersine, bütün umutlarini proletaryanin sürekli büyümesine bagliyorlardi. Proleterler ne denli çogalirsa, devrimci sinif olarak güçleri o denli büyük, sosyalizm o kadar yakin ve o kadar olanakli olacaktir. Marx ve Engels’in isçi sinifina yapmis olduklari hizmetler, birkaç sözcük içinde söyle ifade edilebilir: onlar, isçi sinifina kendini bilmeyi, kendi bilincine ulasmayi ögrettiler, ve bos hayallerin yerine bilimi koydular.
Iste bunun içindir ki, Engels’in adi ve yasami her isçi tarafindan bilinmelidir. Iste bunun içindir ki, bütün yayinlarimizda oldugu gibi, Rus isçi sinifinin bilincini uyandirmayi amaçlayan bu makaleler derlemesinde de, modern proletaryanin iki büyük ögretmeninden biri olan Friedrich Engels’in yasamini ve çalismasini özetlemek zorundayiz.
Engels, 1820 yilinda, Prusya kralliginin Ren eyaletindeki Barmen’de dogdu. Babasi bir imalâtçiydi. 1838’de Engels, aile kosullarinin zorlamasiyla, lise ögrenimini yarida birakarak, Bremen’deki bir ticarethaneye kâtip olarak girmek zorunda kaldi. Ticari isler, Engels’in, siyasal ve bilimsel egitimini sürdürmesini engellemedi. Daha lisedeyken otokrasi ve bürokratlarin zorbaligina karsi kin beslemeye baslamisti. Felsefe çalismalari onu daha da ileri götürdü. Bu sirada Hegel’in ögretisi, Alman felsefesine egemendi. Engels, onun izleyicisi oldu. Her ne kadar Hegel’in kendisi Berlin Üniversitesinde bir profesör olarak hizmetinde bulundugu mutlakiyetçi Prusya devletinin bir hayrani idiyse de, Hegel’in ögretisi devrimciydi. Hegel’in insan aklina ve onun dogruluguna olan inanci, ve Hegel felsefesinin evrenin sürekli degisen ve gelisen bir süreç içinde oldugu yolundaki felsefesinin temel tezi, Berlinli filozofun bazi izleyicilerini —mevcut durumu kabul etmeyi reddedenleri— bu duruma karsi savasimin da, mevcut yanlisa ve hüküm süren kötülüklere karsi savasimin da evrensel öncesiz ve sonrasiz gelismenin yasasi içinde kök saldigi düsüncesine götürdü. Eger her sey gelisiyor, eger kimi kurumlarin yerini baskalari aliyorsa, neden Prusya kralinin mutlakiyeti ya da Rus çarinin mutlakiyeti, genis bir çogunlugun zararina küçük bir azinligin zenginlesmesi, ya da burjuvazinin halk üzerindeki egemenligi sonsuzluga dek devam etsindi? Hegel’in felsefesi aklin ve düsüncelerin gelismesinden söz ediyordu; idealistti. Doganin, insanin, ve insan iliskilerinin, toplumsal iliskilerin gelismesi Aklin gelismesinden türetiliyordu. Marx ve Engels, Hegel’in öncesiz ve sonrasiz gelisme süreci düsüncesini savunup sahiplenirken, önyargili idealist görüslerini reddettiler; yasama bakarken gördüler ki doganin gelismesini açiklayan sey zihnin gelismesi degildir, tersine, zihnin açiklanmasi, dogadan, maddeden çikarilmalidir... Hegel ve öteki hegelcilerden farkli olarak Marx ve Engels, materyalisttiler. Dünyaya ve insanliga materyalist açidan bakarak, tipki bütün dogal olaylarin temelinde maddi nedenlerin yatmasinda oldugu gibi, insan toplumunun gelismesinin de maddi güçlerin, üretici güçlerin gelismesiyle kosullandirildigini gördüler. Gereksinimlerinin giderilmesi için gerekli olan seylerin üretiminde insanlarin birbiriyle olan iliskileri, üretici güçlerin gelisme düzeyine baglidir. Ve toplumsal yasamin bütün görüngülerini, insanin özlemlerini, fikirlerini ve yasalarini açiklayan da bu iliskilerdir. Üretici güçlerin gelismesi, özel mülkiyet temeline dayanan toplumsal iliskileri yaratmaktadir, ama simdi görüyoruz ki, üretici güçlerin bu ayni gelismesi, çogunlugu mülkiyetten yoksun birakiyor ve onu küçük bir azinligin elinde biriktiriyor. Modern toplumsal düzenin temeli olan mülkiyeti ortadan kaldiriyor, bizzat o, sosyalistlerin önlerine koyduklari hedefin ta kendisine dogru çabaliyor. Sosyalistlerin yapmasi gereken tek sey, modern toplumdaki durumuna bagli olarak, hangi toplumsal gücün sosyalizmin gerçeklestirilmesinde çikari oldugunu kavramak ve bu güce çikarlarinin ve tarihsel görevinin bilincini vermektir. Bu güç, proletaryadir. Engels, proletaryayi, Ingiltere’de, babasinin ortagi bulundugu ticarethanede çalismak için 1842 yilinda geldigi, Ingiliz sanayinin merkezi olan Manchester’de tanidi. Engels, burada, fabrikanin bürosunda oturmakla yetinmedi, isçilerin baslarini soktuklari sefil mahalleleri gezdi, onlarin yoksulluk ve sefaletini kendi gözleriyle gördü. Ama kendini kisisel gözlemleriyle sinirlamakla da kalmadi. Ingiliz isçi sinifinin durumu hakkinda kendinden önce yazilanlarin tümünü okudu, ele geçirebildigi bütün resmi belgeleri büyük bir dikkatle inceledi. Bu çalisma ve gözlemlerin ürünü, 1845’te yayinlanan bir kitap oldu: Ingiltere’de Emekçi Sinifin Durumu. Engels’in Ingiltere’de Emekçi Sinifin Durumu’nu yazmakla, yaptigi hizmetin büyüklügünü yukarda belirtmistik. Engels’ten önce de, birçok kimse, proletaryanin acilarini yazmis ve ona yardimin gerekli oldugunu belirtmistir. Proletaryanin yalnizca aci çeken bir sinif olmadigini; aslinda proletaryayi dayanilmaz bir biçimde ileri iten ve nihai kurtulusu için savasmaya zorlayan seyin içinde bulundugu utanç verici ekonomik durum oldugunu söyleyen ilk kisi Engels’tir. Ve savasan proletarya kendine yardim edecektir. Isçi sinifinin politik hareketi, kaçinilmaz olarak, isçileri tek kurtuluslarinin sosyalizmde oldugunu kavramaya götürecektir. Öte yandan sosyalizm, ancak, isçi sinifinin siyasal savasiminin amaci oldugu zaman, bir güç olacaktir. Engels’in, Ingiltere’de isçi sinifinin durumu üzerine yazmis oldugu kitabinin temel fikirleri, simdi düsünen ve savasim veren proletaryanin tümü tarafindan benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdir. Bu fikirler, Ingiliz proletaryasinin sefaletinin gerçege en yakin ve en çarpici görüntüleriyle dolu ve çekici bir üslupla yazilmis bir kitaba yerlestirilmislerdi. Kitap, kapitalizmin ve burjuvazinin müthis bir suçlamasiydi ve derin bir etki yaratti. Engels’in kitabi, modern proletaryanin durumunu en iyi biçimde sergileyen bir belge olarak, her yerde anilmaya baslandi. Ve, gerçekten de, ne 1845’ten önce, ne de daha sonra, isçi sinifinin sefaletinin öylesine çarpici ve öylesine gerçek bir betimlemesi çikmistir.
Engels’in sosyalist olusu, Ingiltere’ye gelmesinden sonradir. Manchester’de o zamanin Ingiliz isçi hareketinde etkin olan kisileriyle iliski kurdu ve Ingiliz sosyalist yayinlari için yazmaya basladi. 1844’te Almanya’ya dönerken, Paris’te, daha önceden mektuplastigi Marx ile tanisti. Paris’te, Fransiz sosyalistleri ve Fransiz yasaminin etkisiyle Marx da sosyalist olmustu. Burada, iki dost, Kutsal Aile ya da Elestirel Elestirinin Elestirisi adi altinda ortaklasa bir kitap yazdilar. Ingiltere’de Emekçi Sinifin Durumu’ndan bir yil önce yayinlanan ve büyük bölümü Marx tarafindan yazilan bu kitap, temel düsüncelerini yukarida anlatmis oldugumuz, devrimci materyalist sosyalizmin temellerini içermektedir. “Kutsal Aile”, filozof olan Bauer kardesler ve onlarin izleyicilerine verilen mizahi addir. Bu beyler, bütün gerçeklerin üstünde, partiler ve siyasetin üstünde duran, bütün pratik eylemleri reddeden ve yalnizca çevredeki dünyayi ve orada meydana gelen olaylari “elestirel” bir biçimde seyreden bir elestiri ögütlüyorlardi. Bu beyler, Bauer’ler, proletaryayi elestirel olmayan bir kitle olarak hor görüyorlardi. Marx ve Engels, bu saçma ve zararli egilime siddetle karsi çiktilar. Hayali degil gerçek, insan olan bir kisi —egemen siniflar ve devlet tarafindan horlanan isçi— adina, kenardan seyreden bir tutum degil de, daha iyi bir toplum düzeni ugruna savasim istiyorlardi. Onlar, kusku yok ki, proletaryayi, bu savasimi yürütebilecek olan ve bundan yararlanacak olan güç olarak görüyorlardi. Daha Kutsal Aile’den önce, Engels, Marx ve Ruge’un Deutshe-Französische Jahrbücher’inde, özel mülkiyet kuralinin zorunlu sonuçlari olarak degerlendirdigi, çagdas iktisadi düzenin baslica görüngülerini, sosyalist bir açidan inceledigi “Bir Ekonomi Politik Elestirisi Denemesi”ni yayinladi. Marx’in, ekonomi politik bilimini, çalismalarinin gerçek bir devrim yarattigi bu bilimi, incelemeye karar vermesinde, Engels’le temasinin bir etken oldugunda kusku yoktur.
1845’ten 1847’ye kadar Engels, Brüksel ve Paris’te bilimsel incelemeler ile Brüksel ve Paris’teki Alman isçileri arasindaki pratik çalismalari birlestirerek yasadi. Burada, Marx ve Engels, gizli Alman Komünist Birligi ile iliskiler kurdular, birlik, onlari, kurmus bulunduklari sosyalizmin temel ilkelerinin açiklanmasi ile görevlendirdi. Marx ve Engels’in ünlü Komünist Partisi Manifestosu böyle dogdu, 1848’de yayinlandi. Bu küçük kitapçik ciltler degerindedir: bugüne kadar onun ruhu uygar dünyanin örgütlenmis ve mücadele vermekte olan tüm proletaryasina güç vermistir ve ona yol göstermistir.
Önce Fransa’da patlayan ve sonra da öteki Bati Avrupa ülkelerine yayilan 1848 Devrimi, Marx ve Engels’i gerisingeri, dogduklari ülkeye götürdü. Burada, Ren Prusyasi’nda, Köln’de yayinlanan demokratik Neue Rheinische Zeitung’un yönetimini aldilar. Iki arkadas Ren Prusyasi’ndaki tüm devrimci-demokratik hareketin kalbi ve ruhu oldular. Gerici güçlere karsi, halkin özgürlügünü ve çikarlarini savunmada sonuna kadar mücadele ettiler. Bildigimiz gibi, gericiler üstün geldiler. Neue Rheinische Zeitung yasaklandi. Sürgün oldugu sirada Prusya yurttaslik hakkini yitirmis olan Marx, sinir disi edildi; Engels silahli halk ayaklanmasinda yerini aldi, üç muharebede, özgürlük için dövüstü ve isyancilarin yenilgisinden sonra, Isviçre yoluyla Londra’ya kaçti.
Marx da Londra’ya yerlesti. Engels, kirklarda çalismis oldugu Manchester ticari firmasinda, kisa zaman sonra yeniden kâtip oldu, daha sonra da, oraya ortak oldu. 1870’e kadar, Marx Londra’da, o da Manchester’de yasadi, ama bu, onlarin en canli bir fikir alisverisini sürdürmelerini engellemedi: hemen her gün mektuplastilar. Bu mektuplasmalarda, iki arkadas, karsilikli görüslerini ve buluslarini birbirlerine ilettiler ve bilimsel sosyalizmin hazirlanmasinda isbirligini sürdürdüler. 1870’te Engels, Londra’ya geçti ve en etkin nitelikteki ortak entelektüel yasantilari, 1883’te Marx’in ölümüne kadar sürdü. Bu çalismalarin meyvesi, Marx yönünden, çagimizin ekonomi politiginin en büyük yapiti olan Kapital, Engels yönünden de irili ufakli bir dizi yapit oldu. Marx, kapitalist iktisadin karmasik olgularinin tahlili üzerinde çalisti. Engels, yalin bir dille yazilmis, çogu polemik niteliginde, tarihin materyalist anlayisi ve Marx’in iktisadi teorisinin isiginda, daha genel bilimsel sorunlari ve geçmisin ve bugünün degisik olgularini kapsayan yapitlar yazdi. Engels’in yapitlari arasinda sunlari sayabiliriz: Dühring’e karsi (felsefe, doga bilimleri ve toplumsal bilimlerin çok önemli sorunlarini tahlil ettigi) polemik yapit. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Rusçaya çevrilmis ve 3. basim St. Petersburg’da 1895’te yayinlanmistir), Ludwig Feuerbach (Rusça çevirisi ve notlari G. Plehanov tarafindan yapilmistir, Cenevre 1892), Rus hükümetinin dis politikasi üzerine bir makale (Rusçaya çevrilmis ve Cenevre’de Sotsial Demokrat, n° 1 ve 2’de yayinlanmistir), konut sorunu üzerine parlak makaleler, ve ensonu, Rusya’nin ekonomik gelisimi konusunda, iki küçük ama çok degerli makale (Rusya Konusunda Friedrich Engels, Zasuliç tarafindan 1894’te Cenevre’de Rusçaya çevrilmistir). Marx, sermaye üzerine yapmis oldugu engin çalismasinin son düzeltmelerini yapamadan öldü. Ne var ki, müsveddeler tamamlanmisti, arkadasinin ölümünden sonra, Engels, Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin hazirlanmasi ve yayinlanmasi gibi agir bir görevi yüklendi. Ikinci Cildi 1885’te, Üçüncü Cildi de 1894’te yayinladi (ölümü dördüncü cildin hazirlanmasini önledi). Bu iki cilt son derece büyük bir emek gerektirmisti. Avusturyali sosyal-demokrat Adler, hakli olarak, Kapital’in ikinci ve üçüncü cildini yayinlamakla Engels’in, dostu olan bir dehaya yüce bir anit, farkinda olmadan, üzerine silinmez bir biçimde kendi adini kazidigi bir anit diktigini belirtmistir. Gerçekten de Kapital’in bu iki cildi, iki insanin yapitidir: Marx ve Engels’in. Eski hikayeler, dostlugun çesitli dokunakli örnekleriyle doludur. Avrupa proletaryasi diyebilir ki, onun bilimi, aralarinda, insan dostlugu konusunda en dokunakli eski hikayelerin de ötesine geçen bir iliski bulunan iki bilim adami ve savasi tarafindan yaratilmistir. Engels, her zaman —ve, genel olarak, çok hakli olarak— kendisini Marx’tan sonraya koymustur. Eski bir arkadasina “Marx hayattayken, ben ikinci keman oldum” diye yazmaktadir. Yasayan Marx’a olan sevgisi ve ölen Marx’in anisina saygisi sinirsizdi. Bu boyun egmez savasçi ve bu sert düsünür, derin bir sevgiyle dolu bir ruh tasiyordu.
1848-49 hareketinden sonra, Marx ve Engels sürgünde kendilerini yalnizca bilimsel arastirmalarla sinirlamadilar. 1864’te Marx, Uluslararasi Isçi Birligini kurdu ve bu kurulusa bir on yil boyunca önderlik etti. Engels de bu çalismalarda aktif bir görev aldi. Marx’in fikirlerine uygun olarak, bütün ülkelerin proletaryasini birlestiren Uluslararasi Birligin çalismasi, isçi sinifi hareketinin gelismesi içinde son derece önemli bir yer tutmaktadir. Ama, Uluslararasi Birligin yetmislerde kapatilmasi bile, Marx ve Engels’in birlestirici rollerini aksatmadi. Tersine, denilebilir ki, isçi sinifinin manevi önderleri olarak, önemleri, hareketin kendisinin de kesintisiz büyümesi nedeniyle, sürekli olarak artti. Marx’in ölümünden sonra Engels, Avrupa sosyalistlerinin danismani ve önderi olmayi tek basina sürdürdü. Onun ögüt ve direktifleri, ayni ölçüde, hükümetin zulmüne karsin, hem güçleri hizla ve durmadan büyüyen Alman sosyalistleri tarafindan, hem de ilk adimlarini iyi düsünmek ve tartmak zorunda olan Ispanyol, Romen ve Ruslar gibi geri kalmis ülkelerin temsilcileri tarafindan tutuluyordu. Bunlarin hepsi, yasli döneminde, Engels’in zengin bilgi ve deneyim hazinesinden yararlaniyorlardi.
Rusça bilen ve Rusça kitaplar okuyan Marx ve Engels, bu ülkeye canli bir ilgi duymuslardi, Rus devrimci hareketini sempatiyle izlemisler ve Rus devrimcileri ile iliskiyi sürdürmüslerdi. Her ikisi de demokrat olduktan sonra sosyalist olmuslardi ve demokrat olarak siyasal despotluga karsi duyduklari kin son derece güçlüydü. Siyasal despotlukla ekonomik baski arasindaki bagin derin bir teorik kavranisi ile bu dolaysiz siyasal duygunun birlesmesi ve ayrica da zengin yasam deneyimleri, Marx ve Engels’e, müstesna bir siyasal duyarlilik kazandirmisti. Iste bunun içindir ki, bir avuç Rus devrimcisinin zorlu çar yönetimine karsi kahramanca savasimi, bu iki güngörmüs devrimcinin kalbinde en sempatik yankisini bulmustu. Öte yandan, aldatmaca ekonomik yararlar ugruna, Rus sosyalistlerinin en acil ve en önemli görevinden, yani siyasal özgürlügün kazanilmasi görevinden yüz çevirme egilimi, dogal olarak onlarca kuskuyla karsilandi, hatta bu, toplumsal devrimin büyük davasina dogrudan bir ihanet olarak degerlendirildi. “Isçilerin kurtulusu, isçi sinifinin kendi eseri olmalidir”— Marx ve Engels durup dinlenmeden bunu ögrettiler. Ama iktisadi kurtulus ugruna dövüsmek için proletarya, belli siyasal haklar kazanmak zorundadir. Ayrica Marx ve Engels, Rusya’daki bir siyasal devrimin, ayni zamanda Bati Avrupa isçi sinifi için de çok büyük önemi olacagini açiklikla görmüslerdi. Mutlakiyetçi Rusya, her zaman, genel olarak Avrupa gericiliginin bir kalesi olmustur. Almanya ve Fransa arasinda uzun bir süre için anlasmazlik tohumlari eken 1870 savasinin bir sonucu olarak, Rusya’nin yararlandigi olaganüstü elverislilikteki uluslararasi durum, kusku yok ki, yalnizca gerici bir güç olarak mutlakiyetçi Rusya’nin önemini artirmis oldu. Ancak özgür bir Rusya, ne Polonyalilari, Finlileri, Almanlari, Ermenileri ya da öteki küçük uluslardan birini ezme, ne de durmadan Fransa ve Almanya’yi birbirlerine düsürme geregini duymayan bir Rusya, modern Avrupa’nin savas yükünden kurtulmasini, özgürce nefes almasini saglayacak, Avrupa’daki bütün gerici unsurlari zayiflatacak ve Avrupa isçi sinifini güçlendirecektir. Iste bu yüzden Engels, Rusya’da siyasal özgürlüklerin yerlesmesini, Batida da isçi sinifi hareketlerinin ilerlemesi için, gönülden istemisti. Onun kisiliginde Rus devrimcileri en iyi dostlarini yitirmis oldu.
Her zaman, Friedrich Engels’in, proletaryanin büyük savasçisinin ve ögretmeninin anisini analim!

15 Ağustos 2014 Cuma

Enternasyonalizm Nedir?

Enternasyonalizm en basit ifadeyle nasyonalizmin, yani milliyetçiliğin zıddıdır. Onu şu ya da bu biçimde milliyetçilikle bağdaştırma yolunda atılmadık takla kalmadıysa da gerçekte bu iki şey birbirine taban tabana zıttır. Enternasyonalizm dediğimiz zaman bizim anladığımız işçi sınıfı enternasyonalizmidir. İşçi sınıfı tüm dünya üzerinde çıkarları ortak olan evrensel bir sınıftır ve varlığı ve mücadelesinin özü enternasyonalisttir. İşçi sınıfı enternasyonalizmi, her ülkedeki işçi sınıfının en başta kendi ülkesindeki egemen sınıf olmak üzere tüm dünya burjuvazisine karşı ortak mücadelede kendisini daima tek bir dünya işçi sınıfı ordusunun parçası olarak görmesidir. Ve bunun da en yüksek ifadesi, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle birlikte uluslararası düzeyde örgütlenmesidir. Bu nedenle işçi sınıfı enternasyonalizmi, halkların kardeşliğinden söz etmekten, uluslararası dayanışma çağrıları yapmaktan ya da hatta ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaktan daha fazlasını ifade eder. Bir ülkenin işçileri başka bir ülkenin işçilerine karşı kendi ülkesinin burjuvalarıyla hangi şekilde olursa olsun işbirliği ya da ittifak yapıyorsa, bu işçiler enternasyonalizm ilkesine aykırı davranıyorlar demektir. 

Öte yandan enternasyonalizm, işçi sınıfı açısından, olmasa da olur kabilinden bir süs, ya da tali bir sorun veyahut keyfi bir tercih değil, nesnel temeli olan bir zorunluluktur, vazgeçilmez bir ilkedir. Tüm tarihsel deneyimin kanıtladığı gibi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, ancak ve ancak enternasyonalizm ülküsüne bağlı kaldığı ölçüde başarı elde etmiştir.

İşçi sınıfı neden doğası gereği enternasyonalist olmak zorundadır?

Çünkü kapitalizm organik bir dünya sistemidir ve dünya çapında bir işbölümü temeline dayanır. Nasıl insan vücudunu parçalara ayırmak ve her bir parçaya sanki bunlar kendi başına bir vücutmuş gibi davranmak mümkün değilse, aynı şekilde kapitalizmi de yapay biçimde kendi kendine yeterli ulusal parçalara ayırmak mümkün değildir. Özellikle günümüzde bunu anlamak çok daha kolaydır. Toyota fabrikasındaki işçilerin grev yaptığını düşünelim. Bu grevin başarılı olması için, Toyota’nın diğer ülkelerdeki çalışanlarının da bu greve destek vermesinin ne denli önemli olduğunu anlamak zor değildir. Basit bir grev için dahi bu böyleyken diğer tüm mücadele biçimleri için daha da fazlasının gerektiği aşikârdır. Bu nedenle işçiler uluslararası düzeyde örgütlenmeli ve uluslararası düzeyde saldıran burjuvaziye karşı aynı zeminde karşı koymalıdır. Herhangi bir ülkenin işçileri bir devrimle iktidara geldiklerinde dünyanın tüm burjuvaları birlik olup bu devrimi boğmak için ellerinden geleni yapmayacaklar mıdır? Ve bunu engellemenin en etkili yolu tüm o ülkelerdeki işçilerin kendi burjuvalarına karşı mücadele etmesi değil midir? 

Küçük Burjuva İdeolojisi - Maksim Gorki

Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, "hümanist" edebiyatın etkisi, "yasaların ruhu", burjuva "gelenekleri" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: "Tanrım, bize acı!"

Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa, şu şekli alır: "Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım."

Gazeteler hergün küçük burjuvaya; İngilizce, dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en iyi insanı olduğunu aşılar.

Oysa, "medeni" dünyanın bu en iyi vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye sormuş:

- Ne istersin? demiş.

Vahşinin verdiği karşılık çok sadedir:

- Çok az çalışmak, çok az düşünmek, ve daha çok yemek.

Öyle bir başka insan tipidir ki küçük burjuva, ciddi bir şekilde öğrenilen düşünme tekniği, onda düşüncenin gelişmesini durdurur. Olayların etkisiyle kendisine yabancı bir takım düşünceleri benimsediği olur küçük burjuvanın. Ama bu düşünceler onu hasta eder. Örneğin bir cilt hastalığına tutulmuş gibi, sanki böbreklerinde taş varmış gibi olur. O zaman din, karamsarlık, içki, sefahat, rezalet çıkarma, vb. gibi hastalığı, sancılıları dindiren ilaçlara sık sık başvurur.

Bütün bu söylediklerimizin boş ve havada kalan bir takım sözler olmadığını göstermek için bir örnek vereceğiz: Bundan on bir yıl kadar önce isyan eden Rus işçilerinin ve köylülerinin kararlılığı sayesinde halkın kitle halinde öldürülmesine, kazançlarını artırmak amacıyla, Avrupalı efendiler tarafından dört yıldır sürdürülen bu öldürme işine (Birinci Paylaşım Savaşına) son verildi. Para babalarının ve siyasi maceracıların bu kanlı ve canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların "düşünce" yaşamına ne getirdi?

Bu çekilen acılar küçük burjuvalara hiç bir şey getirmedi, boşlukta dönüp duran düşüncelerinin o her zamanki sürecinde hiç bir değişiklik yapmadı. Küçük burjuva şuna inanmıştır: Din ahlakın temelidir, din olmadıkça devlet de olamaz. Oysa burjuva devletinin ahlaksız olduğu, hırsızlığa, yağmaya, emekçi halkın sömürülmesine dayandığı gün gibi apaçıktır. Savaş sırasında birbirlerini iğrenç bir şekilde öldürme ve boğazlama işinden, "Hiç bir zaman öldürmeyeceksin" ve "Kendi cinsinden olanı, kendi sevdiğin gibi seveceksin" diye buyuran Tanrı imdada çağırmayı gayet doğal bulmuşlardır.

Savaştan sonra, küçük burjuvaların "hümanizma"sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir "insanseverlik" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.

Kapitalist Avrupa devletleri süratle yeni bir savaşa hazırlanmaktadırlar. Askeri uzmanlar yeni savaşın kimyasal bir savaş olacağını ve yıkımları, insanlara saldığı dehşet ve korku, 1914-1918 savaşından önceki savaşları gölgede bırakacağını ifade etmektedirler. Askeri meselelerde uzman olan bir yazar, yanılmıyorsam general Douhet, Mattina (Sabah) adlı İtalyan gazetesinin 15 Ocak 1929 tarihli sayısında Amiral Battavia'nın şu sözlerini aktarmaktadır:



"Mühendis - general Bourloen'in yaptığı hesaplara göre, uçak kullanmak koşulu ile bunlardan atılan 500 ton kadar fosgen gazı on bir hektarlık bir alanı, yani Paris şehrinin kapladığı araziyi yarım saat içinde yerle bir etmeğe yeter de artar bile."



Albay Bloch ise, şunları söylüyor:



"Bir eve düşen 500 kiloluk bir fosgen bombası burada oturanların hepsini öldürür."



Bu bomba patlayınca, 100.000 metreküplük bir bulut vücuda getirecek, etkisi korkunç mu korkunç olacak. 30 metre genişliğinde, 100 metre uzunluğunda bir sokak düşünelim, bu sokağın havası yerden 35 metre yüksekliğe kadar zehirlenecek. Eğer hava rüzgarlıysa, çapı bir kilometre alan bir çember içindeki delikleri, kapı ve pencere aralıkları iyi tıkanmamış evlerin hepsi zehirlenecektir. Amerika Birleşik Devletleri ordusunun kimya levazımı hizmetlerinin şefi olan general Fries şunları söylüyor:



"450 kiloluk bir levist bombası New-York'un 10 mahallesini oturulmaz hale getirecek, bu sevimli mamulü ihtiva eden yüzlerce tonluk bomba bütün New-York'taki canlı şeyleri, suyu ve bütün gıda maddelerini zehirleyecek ve bunlar bir hafta süre ile kullanılamayacaktır."



Lord Nalsburg ise, 11 temmuz 1929 tarihinde Lordlar Kamarasında yaptığı bir konuşmada, 40 tonluk arsin gazının bütün Londra halkını öldüreceğini haber vermişti.



"Kimya savaşının etkilerine karşı mücadele vasıtaları da mükemmelleştirilmektedir. Hızla üreyip çoğalabilecek bir mikrop ve bu mikroba karşı bir serum aranıyor. Böylece bu mikroba bulaşmış olan halk iyileşmek için serum isteyecek, serumu icat edenler de, örneğin veba aşıladıkları halka kendi koşullarını izah edeceklerdir."



Avrupa gazeteleri yaklaşan savaş hakkında bu türlü ya da buna benzer haberleri sık sık yayınlamaktadırlar. Bu makaleleri okuyan Avrupalı küçük burjuvalar hiç şüphe yok ki, bu gazlarla çocuklarının, karılarının, ihtiyarlarının zehirleneceklerini anlayacaklardır.

Londra'nın, Paris'in, Berlin'in büyük meydanlarından birinde birkaç hırsız, birkaç haydut toplanıp hangi mahalleyi soyalım, bu işi nasıl kıvıralım, diye ulu orta tartışmaya kalkışacak olsalar, küçük burjuvazi, "toplumsal bakımdan tehlikeli" olan bu vatandaşların bu mütevazı niyetlerini şu ya da bu tarzda önlemek için, mutlaka harekete geçecektir. Oysa, milyonlarca insanı kitle halinde öldürme tasarılarını herkesin önünde gazetelerde, Millet Meclislerinde, Cumhurbaşkanlarının verdikleri ziyaretlerde tartışılan son derece, ama cidden son derece cani ve toplumsal bakımdan tehlikeli olan "insanlara kıyanların" niyetlerini önlemek, küçük burjuvaların hiç mi hiç akıllarından geçmez.

"Hümanizma"yı bir tarafa bırakalım. Mülkiyet hakkındaki içgüdüsü ile insanoğlunun yeryüzünde yaşamasını sağlama içgüdüsü küçük burjuvalarda bir korku bir tasa uyandıracak gibi gelir, küçük burjuvadaki rahatına düşkünlük eğilimi kendisini: "savaş istemiyorum!" diye haykırmağa zorlayacak gibi gelir. Yoo, hiç de böyle bir şey yaptığı yok.

Sovyet iktidarı Avrupa hükümetlerine derhal silahları bırakma (silahsızlanma), sonra da, silahları dört yıl içinde bırakma tasarısı önerdiği zaman, küçük burjuvazi bu teklifleri duymamazlıktan geldi. Bu teklifleri elbette ki duydu. Ama, dar ve gelenekler altında ezilip kalmış alan düşüncesinin işleyiş tarzı kendisine, bu basit, aydın ve kelimenin tam anlamıyla insanca olan önerinin gerçekleşmesi mümkün olmayan, tamamen hayalci bir şey olduğunu düşündürdü.

Daha başka bir çok şey küçük burjuvazinin gözüne gerçekleşemez ve hayali gibi göründü. Örneğin, Fulton'un buharlı gemisi, Yabloçkin'in elektrik ampulü, özgür ve cesur zekanın kültürü yaratan, yaşamı zenginleştiren bu gücün kazandığı sayısız zaferler küçük burjuvazinin gözüne böyle görünürdü.

Küçük burjuvanın temel koşulu şudur: "Böyle gelmiş, böyle gider". Bu kelimelerin çıkardığı ses bir saat rakkasının otomatik hareketini düşündürür. Küçük burjuvazi gerçekten, sahiden çürümektedir. Tıpkı "her balık baştan kokar" dedikleri gibi.

Küçük burjuvazi Sovyetler Birliğindeki devrimci düşünceye sahip işçilerin ve köylülerin "yırtıcılardan ve asalaklardan temizlenmiş işçi devleti kurmak" amaçlarını da hayali ve gerçekleşemez bir şey sayar.

Sovyet gazetecileri, "evdeki pislikleri" süpürüp sokağa atmakla küçük burjuvalara bol bol yedek "düşünce gıdaları" vermiş oldu. Bu çürümüş artıklarla beslenen küçük burjuva tekrar canlanır, mutlulukla gülümser, kendi soyundan olanlara göz kırpar: "Göreceksiniz bu tutmaz, yine bizim dediğimiz çıkacak."

Sevinmeğe ne hakları var: Evi her türlü pislikle kirleten, hâlâ da kirletmeğe devam eden kendileri değil mi? Kibirlenmeğe hakları var: İşçi köylü iktidarının demir bir süpürge ile temizlemeğe çalıştığı pislik, çamur, toz yığını, her şey yüzyıllar boyunca bunların yarattıkları gerçek, küçük burjuva gerçeğidir.

Tanrının inayetine ve "ahiret"te, cennetteki güzellerine inanmasına, lafta kalan "düşüncesi"ne rağmen, küçük burjuva son derece "maddi"dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile, ekonomik refahı ile meşguldür. "Çok yemek, pek az çalışmak, pek az düşünmek" ister. Onun için: "İşte bak şeker azaldı, yumurta bulunmuyor, tereyağı ise aslanın ağzında..." diye mırıldanır, söylenir, sızlanır durur.

Bunların 1916'dan beri azaldığını, devrim düşmanı generaller ve küçük burjuvazinin "ideolojik önderleri", Rusya'yı kurtarmak için, emekçi halkın öldürdüğü ve ekonomisini mahvettiği yıllarda bütün bu "gıda maddelerinin" hemen hemen yok olduğunu elbette ki unutmuştur. Örneğin Napoleon'un Moskova seferinin, Kornilof, Denikin, Kolçak, Vralgel tarafından girişilen ve özel mülkiyetin türlü "idealistleri"nden ilham alan gemi azıya almış daha başka "yurtseverler" tarafından girişilen harekat yanında çocuk oyuncağına benzediğini küçük burjuva unutmuş gibidir. Yedi yıl süren savaş yüzünden mahvolan ülke ekonomisinin daha geniş çapta ve teknik bakımdan 1914 yılından öncesine oranla da mükemmel şekiller içinde geliştirildiğini küçük burjuva görmek istemez. Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde sıkışmış kalmış olduğundan, kendisini şahsen ilgilendirmeyen her şeye karşı kayıtsızdır, ıslık çalıp: "Eskiden ne çok vardı, şimdiki ne kadar az!" der ve Sovyetler Birliğinde aklı başında insan, işçi ve köylü kitleleri arasından çıkmış kültürlü emekçi sayısının hızla artışına da gözlerini yumar. Tabii, bunun böyle olması işine gelmez, onda düşmanlık duyguları uyandırır.

Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektuplar'ından bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, akım yaratıcı gücünü, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1851 de şunları yazmıştır: "Bilinç insanın başına gelebilecek en büyük beladır." Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: "Üstün zeka insanı tiksindirir" demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanat eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Bilinç altının korkunç güçlerini, içgüdünün güçlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir "şehvet prensibi" heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:



"Düşünce acı kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır."



Söylemeğe gerek yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'ın yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin mantıki gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık vermiyor. Söz konusu olan şey filan ya da falan yazar değil, son derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa, gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce yaşamı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür yaşamını kolektif temeller üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmış bir takım kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü inkar etmek, aklın "akli olmayan" ya da "bilinçaltı" karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi yapılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki, etkisinin güçlü olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pekala zehirleyebilir.

Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var.

Fıkra şu:

Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:

- Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?

- O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.

Verilen karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pek doğru da değil. Bazı insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:



"Kitabı açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep bizim kullandığımız kelimeler ama, ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye babacan, sarhoş tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği, gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza vurur:

- Gidi melunlar, derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep endişe içinde yaşayıp duruyoruz.

Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış."



Mektubun bu bölümünü, işçi kitlelerinden birinin düşüncesinin orjinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şey değil elbette bu. Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikayet eden mektupları geçiyor elime:



"Küçük burjuvanın zafer kazanmak için yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor."



Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:

"Bir marş bestelemişler: 'özel ticaret yapan kadın'ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık..."

Küçük burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş yavaş "kahramanlaştıran" kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar, Gogol'un Kaput hikayesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in ya da Leonid Andreyef'in Düşünce adlı eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün koşullarına ayarlayarak, yeni bir karakter yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor: "Yahu benim de derin ,duygularım varmış meğer!" diyor. Bizim eski bildik Makar Davuşin ve daha bir çok "ezilenler ve hakaret görenlerin" yeni kitaplarında dirilttikleri şeyler işte bunlardır. "Şeker, yumurta, tereyağı bol değil" diye neredeyse Dostoyevskivari acılar çekecekler.

Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek sevilen "eşsiz kişiliği" mutlak özgürlüğe susamış adam, "benliğini" göstermek emelinde alan ve küçümsediği gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modern edebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile yaratılmış ,bir kahraman hikayesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer :



"Bütün ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, bireysel yoldur. Çünkü, dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir."



Bereket versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü, bazen, aşağıdaki sözlerle dolu olan kitaplar da var:



"Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha güçlü, uykudan daha tatlıdır."



O kimse bu cümlenin şüpheli üslubu ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor:



"Sanatçıyı sıradan bir insan sayan şüpheciler, 'yaratma' ile mest olduğum sıradan insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim."



Yazar, büyük bu şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden kendilerinin "zekanın aristokratları" olduklarına inanıyorlar. Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçe daha çok lafebesi romanlar sunuyorlar. Eleştiriler birbirini yiyip duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata sokulduğunun farkına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler.

Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni "toplumsal felsefe sistemi", burjuvazinin dünyaya egemen olmak için doğa, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını güçlü biçimde kanıtlayacak sistemler kuramadı. Nietzchenin: "Yaşam saçmadır, yalan şarttır", "insanın üstüne atılan kurttur", hakikatinde yüz kızartıcı, doğaya aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'ln Batman Çöküşü adlı kitabı, bu soydan daha bir çok kitaplar burjuvazide kahraman, azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında, vaktiyle, tamamiyle yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı ve Denizden Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline gelmektedir. "Devletin temelinin" -sağlam burjuva ailesinin- sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen örgür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikar maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanya'da, kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor. "Kulampara ve zurefa" kulüpleri, lokantaları açılmasına kanun izin veriyor. Büyük burjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almış yürümüştür. Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.

Eleştirici düşüncenin toplumsal yaşamın bugünkü koşullar karşısında ilerlediğine işaret etmek yerinde olur. Bu ilerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri edebiyatlarında hızlıdır.

Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri doğa güçlerine egemen olmağa, bilincin gerçeği olarak, emekçi kitleleri toplumsal üstünlüklerini, siyasi iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor. Eski toplumsal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı güç karşısına çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin ideolojisini böyle anlamalıdır.

Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlakı, kolektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ıztıraplı olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları birbirleriyle ilişkilerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kolektifçiler oldukları halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir miras. Ama, insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni "tavır ve hareket kuralları" yaratacak güçte değildir.

Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik- toplumsal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçük patronu kültürlü emekçiler, yeni devletin bilinçli kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki bilinçli bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva "ideolojisi" zehirinin dirilmesine karşı, "ezilen ve hakaret gören" küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü söylemeğe hacet var mı?

Günümüzün kahramanı, "halk kitlesi"nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi, mektup yazarı işçi, köylü, asker, okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, genç doktor ve genç ziraat mühendisi, "tecrübeli" ve eylemli köylü, buluş yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız...



*



Halk kitlelerinin bir çok şeye ihtiyacı yardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebi belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli alan şey, modern yaşal, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.

Jiga Yoldaş "dergiciliği" örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki yaşamı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi. "Kurulu makinaları andıran vatandaşlar, beni "söz, kişi özgürlüğü" ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmayacaklardır. Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek toplumsal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp: "Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama, gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşayayım" diye haykırmasıyla başlar. Haykırmaktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yandan, adeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.

Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözönüne aldığını ve zekasını yeteri kadar besleyebildiklerini sanmıyorum.

Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama, işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki o acayip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?

Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabii, kültür sahibi olmadıklarını da anlatan. iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek var?

Edebiyat kavgalarını inceleyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksistler burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bir kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmemizin, kendilerine "ideolojik çizgiyi" aslında tam bir doğruluk ve açıklık vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat, çoğu zaman, "ana çizgi"yi karartmakta, ve kalem tartışması da, hele taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin "karanlık, karışık", "zıtlıkla dolu" olmasından sık sık şikayet ediyor.

Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: "Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi tartışıyorlar". Bir başkası ise, yazdığı mektupta alay ediyor: "Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?"...

Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar konferansları düzenlemeleri "bugünkü zihniyet"in emrettiği bir şeydir.



1929









TEK BAŞINA YAŞAYAN KURT:

ŞERİT



İşçi sınıfı bütün ulusların birleşmesine taraftar kılan kafalı burjuvanın "belini kırdıkça", ölümün hızlı adımlarla yaklaştığını gören bu burjuvanın çığlıkları daha çok duyulan ve daha çok kulak tırmalayan hale gelmiştir. Bu burjuva, kendi şahsında, "bütün Rus halkının ölümü"nü sezdiğine inanır. Marazlı bir kendini beğenme ile kendinden geçtiğinden bir sarhoş gibi yıkıldığını göremez, ayağının altından yerin kaydığını sanır. Kendine "yeryüzünün tuzu" gözü ile bakmaya alışmıştır. Ve "tuzdan yoksun toprağın kısır, verimsiz" olduğunu bilir.

Kişinin özgür katılması olmadıkça; kalın kafalı burjuva "tuz olarak katılmadıkça, yarının uygarlığını imkansız görür." Oysa, bir çok tuz çeşitleri vardır! Asitler bunlardandır; bir çok tuzlar da, toprağı iştaha getirip, bereketli kılar. Asitli toprağa "tuzla" ya da "manlaha" denir. Küçük burjuvalar, Ekim 1917 Devriminden sonra, toprak sahipleri, sanayiciler, bankerler, maceracılar ve haydutlar tarafına geçerek, işçiye ve köylüye epey tuz hatta "en acı"sından pek çok tuz yutturmuşlardır. Gizli örgütler, türlü ihanet hareketleri siyaset hastası ve devrim düşmanı beyaz Rus göçmenlerin hareketleri, çocukların bile suratlarına tükürecekleri Besedovski, Solomonof, Dimitriyevski ve hempalan gibi işçi köylü iktidarının eski uşaklarının iğrenç ihanetleri gösteriyor ki, işçi sınıfına ve Sovyet iktidarına hala zarar vermeğe devam etmektedirler.

Bir çok tuz çeşitleri vardır. Bir de tek başına yaşayan, parazit "asalak" olanı vardır. Bunun, yakın bir şekil benzerliğinden başka, tuza benzer tarafı yok. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız tek başına demektir. İnsanın bağırsaklarında yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar. Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır. Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir şekilde ürer.

Tıp biliminin bize öğrettiğine göre, şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş şeklinde kendini belli eder.

Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar.

Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin "bir tek", "eşsiz" olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o, her merasimde bulunur: "Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü" olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister. Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir.

İnsanseverdir, insancıldır. Bunu her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır. Hatta genç kadınlar verdiği öğütlerde şöyle der:



"İnsan bozulmuş etten bile faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve hizmetçiye yedirin."



Küçük burjuva derin ve keskin zekalı bir yaratıktır. 1929 yılında kah Prag'da, kah Paris'te görünür:



"İktisadi eşitliğin, kültürün yarınki gelişmesi üstünde ne gibi bir yankısı olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. Unutmamalı ki, kültür, ihtiyacın etkisi altında maddi refaha ulaşmak emeli ile gelişmiştir. Şimdi, maddecilerin ideali olan maddi refaha varırınca, bu emelin kaybolup kaybolmayacağını bilmek söz konusudur."



Dindardır.

1927 yılında şunları yazar:



"İlk günahı dünyaya kadın getirmiştir. Şeytan, hepimizin anası olan Havva'yı kokmuş nefesi ile zehirlemiş ve onu çürümenin, şehvetin aleti haline getirmiştir. Kötü şehvet düşkünlüğü, cinsi sapıklık insanoğlunun içine işlemiştir."



Bu parça eski Marksist, bugün azılı papaz olan S. Bulgakof'un Nişanlının Dostu adlı kitabından alınmıştır. Kitap kulamparalık ile iğdiş etme arası bir şeyi vaaz etmektedir.

Bir teklerden birinin "şehvet düşkünlüğü"nün ve günahın kaynağı olarak kadın hakkındaki bu kara taassup düşünceleri bana 10 nisan tarihli bir mektup gönderen okuyucunun da hoşuna gider belki. Bu mektubun sahibi, "kadın" hakkındaki makalem dolayısıyla, bana şu soruyu soruyor:



"Dinin yaşadığına gerçekten inanıyor musunuz?"



Hayır, inanmıyorum. Emekçi halkı ezen bir silah olarak din hala vardır. Yüz kızartıcı, kötü, insanlık dışı rolünü oynamağa devam etmektedir. Bu rolü özellikle katolik dini gayet güzel oynamaktadır; başında da Tanrıyı temsil eden "bir tek" adam vardır; bu adam Tanrıya yalvarmış, Alman ve Avusturyalı katoliklerin kökünü kazımakta Fransız ve İtalyan katoliklerine yardım etmesini istemiştir.

Bizim "bir tek" Sovyetlerden biri son günlerde bana çok öfkeli bir mektup yolladı; mektupta diyor ki :



"Başardığımız İşler adlı gereksiz bir dergi çıkarmağa kalkışmışsınız. Bu dergide başardığınız hangi işleri anlatacaksınız?"



Sonra da haykırıyor:



"Ziraat traktörleri, memleketi elektriğe kavuşturma diyorsunuz, ama mujiklerin ayaklarında çarık yok... Toprak sahibi köylülerin devri çoktan geçti!"



Bu ateşli sözlerde katıksız küçük burjuvanın siyasi programını gayet doğru ve gayet sadık bir şekilde ifade edilmiş buluyoruz. "Mujiğin ayağına çarık giydirmek" için, "toprak sahibi köylüye yardım etmek" özgürlüğü tanınmasını ister. Sovyet iktidarı ziraat traktörler ile, memleketi elektriğe kavuşturma ile, geniş devrimci eğitim çalışması ile onun bunu yapmasına engel olmaktadır.

Mektup gönderen okuyucu "eski aydınlar Devrimden uzak duruyorlar" diyor.

Bunların hepsi yalan.

Bu okuyucu bilir ki, "eski aydınlar, Devrimden "uzak durmamışlar", aksine, memleketin eski efendilerini, işçilerin ve köylülerin düşmanlarını hem maddi, hem manevi bakımdan desteklemek suretiyle, Devrim aleyhine yürümüşler, yapılan her iyi işi baltalayan insanlar olarak da, bugün Sovyet iktidarına düşman olanlar yararına çalışmaktadırlar.

Aydınların en iyileri, en cerbezelileri ve en beceriklileri, memlekette fedakarca çalışmaktadırlar.

Aydınlar, bilimin ve tekniğin emekçileri olarak, o saçma ve kara cahil kişilerin egemenliği devrinde elli yılda başarılamayacak işleri on iki yılda başarmışlardır.

Bilimin ve tekniğin Sovyet Rusya'da elde ettiği başarılarla memleketimiz burjuvazi dünyası karşısında övünebilir. Burjuvazi bu başarılardan ürkmeğe başladı. Çünkü, bu başarılar memleketimizi zenginleştirmekte ve sanayimizi geliştirmektedir. Bunlar ancak yeni rejim zamanında, bilimin ve tekniğin oynadıkları rolü iyice anlayıp, araştırmalara ve tecrübelere, bilim enstitülerine ve bilimsel araştırma heyetlerine mali yardımda bulunan bugünkü rejim zamanında mümkün olabilirdi.

Gayet iyi bilirim ki, bizim iyi küçük burjuvacığın dişi ağrıdı mı, dişini çektirmeyi göze alamazsa, bütün dünya gözüne cehennem gibi görünür, bu zavallı masumun acısını dindirecek hiçbir şey bulunmaz olur.

Hiç bir işe yaramadığından ötürü kendisine kötü muamele edilen küçük burjuvayı avutmaya hiç de niyetimiz yok elbette.

Ekim 1917 Devriminden önce, vahşi ve verimsiz Dağıstan'da 90 okul bulunduğu dağlı kabilelerin bu okullar vasıtasıyla Ruslaştırılmağa çalışıldığı, bu okulların 1918'de bu kabileler tarafından bu yüzden yıkıldığı, bugün bu memlekette 483 okul bulunduğu, daha da yenilerinin yapılmasına devam edildiği bu küçük burjuvaya söylense, bu olaylar bu "bir tek, eşsiz" insanın diş ağrısını dindirir mi acaba?

Romanoflar zamanındaki kişi saltanatının kilise ile suç ortaklığı ederek köylülerin bilincinin gelişmesini suni bir şekilde durdurduğunu bu küçük burjuva çoktan unutmuştur. Köylü gençler için modern okullar açıldığını, yüzbinlerce köylünün ortaokullarda, sanat okullarında, ziraat okullarında, yüksek öğretim kurumlarında öğrenim gördüklerini, "evde üniversite" çalışmaları olduğunu, bütün bunların sözü edildiğini işitmek bile istemez.

Oysa, "aşçı kadın" çocuklarının okula alınmadıkları günler, kişi egemenliğinin ideologu ve bu egemenliğe ilham veren, okuyup yazma bilmeyi köstekleyecek papaz, köy ve mahalle okullarını örgütleyen Pobyedonotsef'in hayasızca "cahil bir halkı idare etmek kolaydır" dediği günler daha unutulmadı.

Devrimci buluşlarla uğraşan binlerce işçi doğurdu; bu kahramanlar memleketi durmadan zenginleştirmeğe devam etmektedir.

Ettiği kârlarla ceplerini doldurmağa, bunu görmeğe alışmış olan insan bütün bu olayların değerini anlayıp hiç sevinebilir mi?

Küçük burjuva, "bir tek" ve "eşsiz" insan olarak, özel mülkiyetin taptığı put olan köylünün zihniyetini gayet iyi bilir; umduğu şey, hep köylü kitlesinin yüzyıllardan beridir demir attığı yerden bir adım öteye götürmenin mümkün olmayacağıdır, bunun başarılamayacağıdır.

Herkes bilir ki, "eşsiz"lerin yüzyıllardır süren açgözlülüğü, toprak gasp etmeleri ve zenginlikleri emeği kitlelerin, en çok köylülerin etine kazılmıştır. Köylüler köleliklerinin ve kültürsüzlüklerinin özel mülkiyetten ileri geldiğini, verim kabiliyetini kaybetmiş bir toprağı işleyerek kürek mahkumu sefil yaşayışlarını devam ettirmek için kendilerini boşu boşuna öldürdüklerini anlamakta hâlâ. güçlük çekmektedirler.

Bununla beraber, köylü yavaş yavaş başını topraktan kaldırmaktadır. İki milyon tirajı olan Köylü Gazetesi'ni her gün muntazam bir şekilde okuduğu gibi, daha bir çok gazetenin, sayısız bir çok kitap ve broşürün de okuyucusudur köylülerimiz. Bu kitaplardan eski geleneklere göre değil, daha modem, daha insanca yaşamasını öğrenmektedir. Köylü için yayınlanan kitap sayısı muhakkak ki 100 milyona yaklaşmıştır.

Daha şimdiden söylenebilir ki, Sovyetler Birliği köylüsü kadar gazete okuyan hiç bir memleket gösterilemez.

Köylüye bu kadar çok yayın yetiştirmekten elde edilen sonuçlar nelerdir? Köylüler daha okumuş, daha bilgili insanlar haline gelmektedirler. Bu göze batan olaya, ancak batmış bir insanın gözü kör umutsuzluğu itiraz edebilir.

Köylüler binlerce toprak teknisyeni, ziraat mühendisleri, uzmanlar, öğretmenler, edebiyatçılar, yeni bir "toprak tuzu" yetiştirmektedirler. Bunlar, küçük burjuvanın yararına olan şeyler değil, aksine onu mahvedecek şeylerdir.

Büyük Kuzey deniz yolunun, Turksib'in, memleketi elektriğe kavuşturmanın, sanayileştirmenin, geniş gübre yatakları keşfetmenin, Urallar'da ve Kuzey mıntıkasında petrol bulmanın, Türkistan'ı sulamanın, pamuk ekilen alanları genişletmenin, yeni dokuma bitkileri yetiştirmenin, Astuakan mıntıkasında pirinç yetiştirilen alanlarda yapılan değerli şeylerin, sözün kısası Sovyet iktidarı tarafından girişilen adeta efsanevi çaptaki bu faaliyetlerin asalağa ne gibi bir menfaati olabilir?

Köylü ile işçi milyarlarca rublelik üretim yapmaktadırlar, ama bu paralar "efendiler"in kasalarına girmeyecek, emekçilerin ceplerine girecek ve memleketi makinalarla donatmakta, fabrikalar kurmakta, karayolları ve demiryolları yapmakta, ulaştırma araçlarını çoğaltmakta, milyonlarca işçi ve köylü çocuğunu eğitmekte kullanılacaktır.



*



Tek başına yaşayan insanın sözünü edince, "bir tek" ile başı dönen, serseme çevrilen gençleri düşünüyorum.



Küçük burjuvaların birer asalak olarak devletimizin organlarında neler yaptıklarını anlamak için, doktor olmaya hiç gerek yok. Bunların çalışmalarına elverişli olan bir takım koşullar var.

Küçük burjuvalar tarafından kuşatılan işçi ve köylü kitlesi içinde, sahiden bereketli, organca düşmanı olduğu küçük burjuva ile hiç bir kimyasal yakınlığı ve bağı bulunmayan yeni "bir toprak tuzu" hızla gelişmek ve şekillenmekle beraber, bu tuz çok çetin maddi koşullar içinde, devamlı bir çalışma, dayanılmaz bir mücadele pahasına gelişmektedir.

Bu yeni gücün bir kısmı iç savaşın kanı ve ateşi ile bilenmiştir. Sosyalist toplumu kurmak gibi güç ve büyük bir işe girişmiş, sinirleri yorgun düşmüştü. Dinlenmeğe olan ihtiyacına hiç bir suretle itiraz edilemez.

Sonra, 1920'de, on-onbeş yaşında olan çocuklar gelir. Bunlar, geçmişi, ancak kitaplardan öğrendikleri için, bu geçmişe büyük nefret beslemezler. Küçük burjuvacıkları hor görmezler. Bunlar da güç koşullar içinde yaşıyorlar ama, içinde yaşadıkları bu koşullar babalarının evvelce yaşadıkları koşullardan iyidir. Bu çocukların istedikleri ve aradıkları şeyler çok daha fazla ve çok daha yüksektir. Memleketin iktisadi gelişmesi büyük bir hızla devam etmekle beraber, yine de memleket bu gençlerin arzu ettikleri şeylerin hepsini karşılayamaz. Biz bir "yapı yeri üstünde" yaşıyoruz. Küçük burjuvacıklar "iyi bir yaşama" son derece susamış, yorgunluktan bitkin insanlar üstünde ifsat edici, ahlak bozucu bir etki yapıyorlar.

Onun içindir ki, kartal yavrularının, yumurtadan yeni çıkmış civcivler gibi, sık sık cıvıldaştıkları ve aslan yavrularının domuz yavruları gibi davrandıkları görülüyor.

17 yaşındaki bir Bay bakın ne şairane şeyler yazıyor:



"Büyük ve güzel bir yaşama susamışım. Oysa, yaşadığım yaşam öyle cılız, öyle ilgi çekici olmaktan uzak ki. Kasvetli günleri tespih çeker gibi bir bir çekiyorum. Hangi maksatla, nereye gitmek için?"



19 yaşındaki bir Bayın da derdi büsbütün başka:



"Yaşam benim için yaratılmış, ben yaşam için yaratılmamışım. Dedem ile babam memlekete verecekleri haracı vermişler. Öğrenimimi rahat rahat yapmak, bana toplumsal çalışma yüklenmemesini istemek hakkımdır."



"Bir tek" adam bu sızlanmaların hepsini duyar, civcivlerle birlikte yarım sesle cıvıldaşıp, kendi içinden "güçlerimiz gittikçe artıyor" diye sevinir.

Sızlanan dertli gençlere evvelce verdiğim cevaplarda şikayetlerini bana göndermekle ve benden yardım beklemekle yanıldıklarını söyledim. Asalak adayların iniltileri ve hıçkırıkları hiç umurumda değil. Bunların cıvıldaşmalarına acımaktan çekinmeyeceğim. Ben ancak cıvıldaşmalar arasında cahillerin samimi hayretleri sezilen ve iyi sindirilmemiş bilgilerin sırıttığı görülen mektuplara cevap veririm.

Gençler, gerçekten "büyük ve güzel bir yaşam" yaşamak istiyorsanız, yeryüzünün zenginleşmesi, insanların peşin hükümlerin, araştırmaksızın edinilmiş bilgilerin ve batıl inançların yüz kızartıcı esirliğinden kurtulmaları için, yaşamsal pratik değeri olan pek çok çalışma yapmış, bunları biriktirmiştir. Geçmişte insanlık için yaratılan faydalı şeylerin hepsi, işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın kurmağa başladıkları dünyanın sadece ilk temel taşlarından ibarettir.

Bana boş olan kafaları "bir tek"in egemenliği altında dönüp duran delikanlıların anlamak ve kavramak zorunda oldukları şey işte budur.

Bana mektup gönderen gençler dar kafalılığın ağır havası içinde gelişmektedirler. İnsanlığın yaşamını, bütün evrende belki de istisna teşkil eden bir olguyu, cahillikten gelen bir cesaretle, "tespih gibi çekilen kasvetli günler" olarak değerlendiriyorlar. İnsan, ilk önce bu sözlere gülüyor. Eski dünyanın yıkılışı ortasında, eşitlerin devletinin kuruluş yıllarında; çok coşkun bir hava içinde, tarih tarafından ölüme mahkum edilen insanın bütün yeni olaylara inatla ve vahşice gösterdiği bir direnç içinde, dünya Devriminin ilk günlerini yaşadıkları halde, bütün bunların karşısında kör ve sağır gibi duran gençler için bu görüşün ne kadar kötü ve zararlı olduğunu sonra sonra anlıyor.

Sevgili gençler!

Sizin iyiliğiniz için yürekten dilerim ki, yaşam size iyi bir ders versin; yaşamın sert ve ağır elini, biz insanların aklımızla ve irademizle işba haline getirdiğimiz o büyük ve amansız eğiticinin, yaşamın elini derinizin üstünde hissedesiniz. Yine yürekten dilerim ki, şikayetlerinizin boş ve faydasız olduğunu anlayasınız ve şikayet etmenin yüz kızartıcı -bu yüz kızartıcı sözü üstünde ısrar ediyorum- bir şey olduğu üstünde ve bu şikayetlerin mektuplarınızda bana sözünü ettiğiniz "gururlu iç bağımsızlık" ile bağdaşmadığı üstünde ciddi olarak ve uzun uzun düşünesiniz.

Bu "bağımsızlık" dediğiniz şey de ne demek? "Bağımsız olmak izlenimleri"ni vücuda getirmek de, frenlemek de beceriksizlikten başka bir şey değil ki. Kısacası, boş bir şey.

"Kişinin en yüce hakkı"nı aramak, birey için gerekli olan özgürlüğü aramak, yeryüzünde insanlık var olalı beri havaları titreterek bu hakkı aramak; insanların içinde yaşadıkları ve boğuldukları vahşi ve evrensel düşmanlık havasını bir türlü temizleyememiş. aksine, insanı hayvani bencillik, kendini beğenme, hırs dedikleri pisliklerin kokularıyla iyice zehirlenmekten başka bir şeye yaramamıştır.

Kişi durmadan çığlığı basmaktadır. Çünkü kendisinde bir ikilik bulunduğunun farkındadır. Bu çığlıklarla bu ikiliği, kendindeki bu kötü tarafı, hem kendi gözünden, hem de başkalarının gözünden saklamağa çalışmaktadır. Kapitalist devletteki sınıf yapısının kendisine aşıladığı çok peşin hükümler tarafından vücuda getirilmiş zararlı şeylerin kökünü kazımadıkça, bu ikilikten kendisini kurtaramaz.

Evet, kişi bu hastalıklardan kurtulmadıkça, kıskançlık, hırs ve tamah, hasis ihtiraslar ve her türlü pislikler tarafından kemirilecek, çürütülecek, mahvedilecektir. İdeal küçük güzel yüzü, platonik bir şekilde güzel düşüncelere doğru dönecek; ama, gerçek ve iğrenç ağzı ise, önce, sözle ve hareketle hem kendini, hem başkalarını aldatmaktan ibaret alan yaşamın pratik şeylerine doğru dönmüş olacaktır.

Özgürlüğe ve iç ahenge giden yolun ya açıkça ya da gizlice inandığı şeylerin hepsini yıkmaktan geçtiğini anlamadıkça kişi "yüzyıllarca" işte hep böyle iki yüzlü bir Fanus olarak kalacaktır. İğrenç gerçek karşısında iki kişilikli, köle ve kendine uşakça hayran kalmasının sebebi budur; güçlerinin ve kabiliyetlerinin gelişmesini engelleyen şey budur.

Tarih, ırk, milliyet, sınıf peşin hükümlerinden kurtulmuş yeni bir insanın ortaya çıkmasını istiyor.

Bu insanın ortaya çıkması mümkün mü?

Zaman bu insanı vücuda getirmek yolundadır. Bütün çabalarımızı, bütün ömrünüzü, hayal edilen bu insanın yaratılmasında harcayıp kullanınız, böyle bir insan olursunuz.



1930









AŞK, ÖLÜM...



Bana mektup gönderen bazı okuyucular aşk ve ölüm teması üstünde felsefe yapıyorlar. Bunları en çok şaşırtan şey "her canlı varlığın yolu üstünde karşılaştığı" ölümdür.

Aklı başında yirmiye yakın insan tamdım ki, ölüm üstüne derin düşüncelere dalmanın kendilerini daha da zeki hale getirdiği düşüncesindeydiler. Bu insanlar bende de türlü türlü düşünceler uyandırdılar; ama, açıkça söyleyeyim ki, bu filozofların koyu karanlıkları mum ışığı ile aydınlatmağa çalışmak için boşu boşuna harcadıkları zamana pek acıdım.

Bana. öyle geliyor ki, bu yöndeki "kuramsal düşüncelere girişmek ihtirası", "tanıma, öğrenme melekesi"ni körleştirir, bizim "kuramsal düşünen" adamımızı bir çıkmaza sürükler; genç filozof da kendince hiç beklenmedik şu sonuca varır: "Yazımı bitirdim; bana öyle geliyor ki, bu komünist gençlik örgütün üyesi, marksist olan benim tarafımdan değil, bilmem hangi şeytan tarafından yazılmıştır."

Ben şu düşüncedeyim: insan "soyut bir şekilde" felsefe yapmamalı, etrafına bakarak, etrafındakileri gözleyerek bunu yapmalı; kitaplara bakarak değil, doğrudan doğruya tecrübeden doğmuş olaylara bakarak yapmalı, bunun için gerçek tarafından sunulan bol malzemeleri kullanmalı. Bundan başka, şunu bilmeli ve hatırlamalı ki, bu gerçek, tarihin kendisi için tespit ve tayin ettiği aşamaları bitirmiş ve "yüzyılımızın büyük eseri"nin gelişmesini çok daha güçlendirmek için "felsefe" alanında çok şey biriktirilmiştir.

Bu gençler topraktan doğdukları için, elli yılda yine toprak haline geleceklerini mektuplarında yazdıkları gibi, "karanlıklar içine ve evrenin soğuk derinliklerine" gömüleceklerini ya da "herhangi bir yere" yollanacaklarını düşünmeğe kalkarlarsa, bu insanlar, daha şimdiden yaşamdan uzaklaşmışlardır, anlamına gelir bu. Yaşam kıskanç olduğundan, aylaklara hiç yüz vermediğinden, bu gençleri metafiziğin karanlık dehlizlerine şiddetle iterse, bunlar yaşama kızmasınlar. İnsanoğlunun kötülüklerinin eseri alan dış görünüşündeki çirkinliklerine rağmen, yaşam biyoloji bakımından sıhhatlidir, nabzı iyi atan, güçlü, cesur, kendisini bereketli kılacak insanlar ister, beri yandan da mastürbatörleri ve müraileri amansızca siler süpürür.

Bana öyle geliyor ki, "insan ile evren arasındaki ilişkileri değerlendiren bütün felsefe sistemleri"nin en iyisi ve en doğrusu henüz var olmayan ama, kurulmak üzere olandır. Kurulmakta olan bu sistemin ne olacağını bilmiyorum. Zaten, bunu bulmak da benim işim değildir. "Aşk"ın sözünü etmeğe kalkışacak değilim. Bununla beraber şunu söyleyeyim ki, bana kalırsa cinsi münasebetler alanında gençler, işi basitleştirmeğe kalkışmışlardır ama, işi basitleştirenler ileride bunu çok pahalı ödeyeceklerdir. Bu kaba ve yüz kızartıcı basitleştirmeyi cezalandırma zamanının mümkün olduğu kadar çabuk gelmesini yürekten dilerim.

Burada köpeklerin şöyle bir sözünü edip geçeyim. Köpeklerin insana karşı besledikleri dostluk duygularını benimsemek çok faydalıdır, ama, insanlar, geri kalan şeylerde, dört ayaklı dostlarını taklit etmemelidirler.



*



Dünyadaki bütün olgular gibi, ölüm de bir inceleme konusudur. Bilim, ölümü gün geçtikçe daha dikkatli ve daha yorulmak bilmez bir şekilde incelemektedir. İncelemek, egemen hale gelmek demektir.

Ölüm, yaşama büyük iyilikler yapar. Yıpranmış olan, zamanını doldurmuş olan, yeryüzünde boşu boşuna kalabalık eden her şeyi mahveder, yok eder. Buna itiraz edilecek. Denecek ki, ölümün gücü ölüm henüz gelişmemiş olan çocukları esirgemez. Ölüm çoğu zaman bütün enerjilerini harcamamış, kullanmamış delikanlıları öldürür. Çok kabiliyetli, toplumsal bakımdan değerli bir çok kimseler genç yaşta öldükleri halde, bir takım kaba kimseler, budalalar uzun bir ömür sürmektedirler. Papağanlar yüz yıldan fazla yaşarlar, bunlar sık sık görülen şeylerdir. Buların hepsi doğru. Ama, bu üzücü olay hiç bir zaman "ölümün kör, ilkel, yenilmez gücü" ile izah edilemez, olsa olsa kötü ve yüz kızartıcı bir takım toplumsal ve iktisadi koşullarla açıklanabilir. Toplumsal bakımdan değerli insanların vakitsiz ölmeleri, başka bir patron tarafından kullanılmasından korkup, daha çabuk "faydalanılacak" bir emek gücü ile bakılan insana karşı aç gözlü "patron"un takındığı tavırdan doğmuş vücutça fazla çalışmadan ileri gelmektedir. Biliyoruz ki, yüzbinlerce işçi ve emekçi, emek güçlerinin son derece insafsızca sömürülmeleri yüzünden yıpranıyor ve vakitsiz ölüyorlar.

İnsanlar koleradan, tifüsten, sıtmadan, veremden, vebadan vb. ölüyorlar. Oysa, "uygar devletler" de bu, hastalıkları doğuran mikropların bulunması hiç de zorunlu değildir. Son derece güzel şehirlerin etrafında çamur ve pislik içinde yüzen dış mahallelerin bulunması, insanların buralardaki evlere pislik çukuruna tıkılır gibi tıkılmaları hiç de zorunlu değildir. Lüks oteller, toplumsal bakımdan iyi ve bakımlı hastaneler kadar gerekli değildir. Bu basit gerçekleri durmadan tekrarlamak çok sıkıcı bir şey, ama, fazla bilgisi olmayan kimselerin çıkarını göz önünde tutarak, bu basit gerçekleri tekrarlamak şart.

Kapitalistlerin "uygar" iktidarına taraftar olanlar ve bu iktidarı savunanlar şu kanıdadırlar: Kıçlarını bit ısırmışsa, bundan ne bit, ne de kıç sorumludur, biricik sorumlu "doğa kanunu"dur. Hayır, bundan sorumlu olan, kalın kafalının rahat oturmağa alışmış olan kıçıdır.

Oysa, Sovyetler Birliğinde çocuk eğitiminin ve analığı korumanın toplumsal koşulları iyiye doğru götürülmeğe başlanmış ve çocuklarda ölüm oranı derhal azalmıştır ve gittikçe daha da azalmaktadır. İşçilerin sağlığı ise, izin sistemi, "dinlenme evleri" vb. sayesinde güçlenmektedir.

Biliyoruz ki, tüfek, top, tank, uçak, patlayıcı maddeler, boğucu gazlar ve insanları kitle halinde öldürmekte kullanılacak türlü şeyler üretmek için "uygar devletler" bol bol hesapsız para harcarlar. İnsan öldürme gittikçe daha pahalıya oturmakta, ya işçiler tarafından çıkarılan, ya da insanlardan vergi olarak alınan binlerce ton altını yutmakta ve bu insanlar, verdikleri bu paraların karşılığı olarak, kurşuna dizilmekte, patlayıcı maddelerle parçalanmakta, zehirli gazlarla boğulmakta, denizlerin dibini boylamaktadırlar.

Top, mitralyöz, dinamit, boğucu iperit gazı ve insanları kitle halinde öldürecek daha başka şeyler yapan silah fabrikatörleri yarının ulusların boğazlaşmasına büyük bir hararetle, ama, söylemeğe gerek yok, vaktiyle Doğunun zenginliklerini yağma etmek düşüncesiyle, Kudüs'ü zaptetmeğe, "İsa'nın mezarını kurtarmağa" hazırlanan orta çağ Avrupa'sı baronlarından çok daha düşüne düşüne ve daha metotlu bir şekilde hazırlanmaktadırlar. Arada şu fark var: "Korkusuz ve kusursuz modern şövalyelerimiz"in gözünde Kudüs, şehirlerde bankaların toplandığı caddeler, "İsa'nın mezarı" ise, para kasalarıdır...

Ölümün kötü oluşu, yaşamda bir eser yaratmak için bütün güçlerini henüz tam olarak kullanamamış olan kimseleri öldürmesinden gelmez. İnsanlar birbirlerine karşı daha saygılı ve dikkatli davranırlarsa, ellerindeki imkanları sağlığın korunmasında, vücut bakımında doktor, ilgisinde, hastalıkların sebeplerini incelemekte daha cömertçe kullanmağa başlarlarsa, ölümün bu alandaki gücünü ve etkisini sınırlayabilirler. Bilim, çiçek hastalığını, kolerayı, kuşpalazını, vebayı, salgın hastalıkları, yüzbinlerce insanı vakitsiz öldüren bütün bu hastalıkları yenmiştir. Doktorlar gittikçe daha tecrübeli olarak ölüme karşı başarı ile mücadele etmektedirler.

Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine saldığı korkunun etkisi ile bazı kimselerin en değerli güçlerini "ölümün sırrını" bulacağız diye, "soyut" felsefi araştırmalarla boşu boşuna harcamalarından gelir. Ama, felsefe lapayı bile bulmamış oysa, ölüme karşı girişilen mücadelede lapa ile kene otu yağı Schopenhauer'in ya da E. Hartmann'ın felsefesinden daha faydalı olmuştur.

Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine saldığı korkunun hafızalarda bir takım tanrılar, bir "ahiret" yaratmağa, cennet ve cehennem gibi uydurmalara sürüklenmesinden gelir. Bizim gibi maden mühendisi, madenci, demirci "ölümlüler" öteden beri yeraltı tanrısı Vulcanus'tan daha hünerliyizdir. Elektrik teknisyenlerimiz de yaşam için, şimşek ve gök gürültüsünün eski hükümdarı Jupiter'den daha faydalı ve daha güçlüdürler.

"Ahiret", ilkel insanın heyecanlarından farklı olmayan heyecanlarımızın karanlık alanında bulunur. Çünkü ölüm korkusu hem bu heyecanlar, hem de "nevin muhafazası içgüdüsü" gizli eylemi üstünde hüküm sürer. Zaten, bu içgüdünün düşünülmeden olan eylemini de ölüm korkusu doğurur. Şu halde, "ahiret" gerçekten var olsaydı, önce sistemimizdeki gezegenler arası ilişkileri kurduktan sonra, sonra da dünyalar arasında ilişki kurduktan sonra, bu "ahiret" denilen şeyi evrenin herhangi bir yerinde keşfedecektir. Ama, bu, acele olan bir şey değildir. Biz, her şeyden önce, yeryüzündeki yaşamımızı iyice düzene sokmağa bakalım.

İnsanların yeryüzünde çektikleri cehennem azaplarını başka bir yerde rahat etmek boş hülyasıyla telafi etmek için rahiplerin ve "Kilise babalan"nın cenneti budalaca uydurduklarını tekrar tekrar söylemeğe gerek var mı? Bundan başka, böylelikle, göklerdeki bir cennet mutluluğu düşü, zenginlerin yeryüzünde sürdükleri yaşamın çekici ve göz alıcı parlaklığını yoksulların gözünde biraz karartacak, hatta söndürecektir.

Ölümün yüreklere saldığı korku, dinlerin yaratılmasına sebep olduğundan dolayı kötüdür, zararlıdır. İlkel insanların bilinçli yaşamının başlangıcında, bir din yaratmak, doğa olgularını bir düzene sokmak denemesi olduğu için, bu olguları insana benzeyen tanrılar şeklinde canlandırdığı için, aslında, korkutucu hiç bir şeyi kapsamayan bu halk yaratmasının belli bir toplumsal faydası da vardı. Düşüncenin, fantazinin, gelişmesine yardım ediyordu ve "sanat" yaratması olarak bugüne kadar hâlâ değerini kaybetmedi.

Rahipler ve kilise adamları, sanat olarak, din yaratmasına son verdiler, halkın dini görüşlerinden anlamsız ve korkutucu bir takım ahlak sistemleri çıkardılar. Bu suretle, düşüncenin, dünyayı tanımanın ve öğrenmenin, fantezinin, düşüncenin gelişmesini uzun zaman sekteye uğrattılar.

Dünyayı şeytanlarla dolduran hıristiyanlığın-ki insan tarafından yaratılan insana benzer tanrıları şeytan kılığında gösterdi- uygarlığın ilerlemesi üstünde çok kötü etkisi oldu. Şeytanların gücünden korkup, insanlara dünyadan yüz döndürmeyi vaaz eden, insanlara en koyu batıl inançları aşılayan on binlerce cahil keşişi, papazı doğuran hıristiyanlıktır. Kilisenin tutucu sofuluğuna ve korkunç zulmüne düşüncelerine isyan edenler ise, bu keşişler tarafından şeytan çarpanı, dinden ve doğru yoldan sapanı sihirbaz, büyücü bir takım insanlar sayıldı, meydanlarda diri diri yakıldı. "Kutsal Engisizyonu" bulan sadece hıristiyanlıktı. Bu zulüm ve işkence kurumunun eşine hiçbir dinde raslanmaz. Engizisyon yedi yüz yıl içinde yüzbinlerce insanı "dinden ve doğru yoldan sapmış" ve "sihirbaz" diye ateşte yakmış, yüzbinlerce insanı da buna yakın cezalara çarptırılmıştır. Hıristiyanlığın bunca övülen "insanlığına" rağmen, Engizisyon, ancak Napoleon Bonaparte tarafından l800'de İtalya'da, l808'de İspanya'da kaldırıldı, sonradan tekrar getirilmeğe çalışıldı. Hristiyan kilisesinin bilime karşı giriştiği tutucu ve amansız mücadele Avrupa tarihinin en utanç verici olayıdır. Ama bu olay bugüne kadar ciddi bir şekilde incelenip aydınlatılmamıştır. Kilisenin kültürlü insanları manevi ve ahlaki bakımdan serseme çevirmesini şu olay gayet güzel anlatır: Birinci Paylaşım Savaşındaki emperyalist insan kıyımı sırasında Alman hıristiyanlar: "Tanrım, İngiltere'yi cezalandırın!" diye dua etmişler, İngilizler, Fransızlar, Ruslar insan öldürmek suçunu işlemekte kendilerine yardım etmesi için Sevgi tanrılarına, aynı duada bulunmuşlardı.

Bana mektup gönderen okuyucularımın dinin "zorunluğu", "değeri" hakkındaki, bugünkü ahlakın temeli olan din hakkındaki, en son "avunma kaynağı olan din" hakkındaki sorularına yeteri kadar aydın bir şekilde karşılık verdiğimi sanıyorum. "Avunma"ya gelince, fikrimce, insanı en iyi avutan şey, makul çalışmasıdır.

Demek oluyor ki, genellikle, dünyamızda her şey gayet basittir. Bütün meseleler ve sırlar insanın iradesiyle ve aklının gücüyle, yine insanın çalışmasında ve yaratıcı eserinde hal şeklini bulmaktadır.

Utanç verici gerçeği haklı göstermek ve insanları bu gerçekle bağdaştırmak isteyerek, herşeyi arap saçına döndüren ve karartan, kendini zeki bilenlerin "hilekar felsefesi"dir.

Dünyada insan aklı dışında hiç bir makul güç bulunmadığını, yeryüzünün ve evren hakkındaki bütün görüşümüzün ancak aklımızda bir düzene konulduğunu, bugün de konulmakta olduğunu artık anlamamızın zamanı gelmiştir. Aklın eylemi dışında, buzulların hareketi, fırtınalar, depremler, kuraklık, aşılmaz bataklıklar, balta girmemiş sık ormanlar, hiç bir şey vermeyen çöller, vahşi hayvanlar, yılanlar, parazitler vardır. İnsanın dışında, yalnız karmaşıklık ve yıldızlar karmaşasının doldurduğu uçsuz bucaksız uzay vardır, insan bu karmaşıklığı, düşüncesiyle her şeyi bilmek ve öğrenmek içgüdüsü ile sağlam bir düzen getirmiştir ve getirmektedir: Tıpkı, bataklıkları kurutarak, çölleri sulayarak, dağlar arasından yollar açarak, vahşi hayvanların ve parazitlerin kökünü kurutarak ve iyi bir mülk sahibi olarak dünyaya bir "çeki düzen vererek" yeryüzünü bir düzene soktuğu gibi.

İnsanoğlunun zulmeden, zülüm gören ya da arabuluculuk eden gibi üç tutumunu tayin eden toplumsal koşulların ortadan kaldırılması gereklidir.

Doğanın ve devletin sınıf yapısının şu ya da bu şekilde çıkardığı maddi engeller, ya da, örneğin kilise gibi ideolojik baskıların şu ya da bu şekilde çıkardığı engeller ortadan kaldırılmalıdır. İnsandaki güçlerin, kabiliyetlerin özgür gelişmesini, kültürün gelişmesini engelleyen her şey kaldırılmalıdır.

Kişisel faaliyetin bilimin, tekniğin ve sanatın türlü alanlarında parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da vermekte olduğu, bu faaliyet egemen sınıfın "gelenekleri" ile, zevkleri ile menfaatleri ile tamamiyle bağdaşınca parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da vermekte olduğu inkar edilemez.

Ama, bir kimse düşünceye, "geleneğe", evrensel bayağılığa, menfaatlere, alışkanlıklara aykırı hareket ettiği takdirde, bu menfaatler, bu alışkanlıklar, vb. arasında yeri olamaz. Bu insan ya zindana atılır, ya da diri diri ateşte yakılır. Sokrat ile Galile'nin başına gelenler, yaşayışın ve düşüncenin sağlam temellerini sarsmağa çalışan onbinlerce, yüzbinlerce insanın da başına gelmiştir. Uşaklık etmeyen, bundan ötürü de istenmeyen insanlara böyle işkence etmekle, evrensel bayağılık, kendini savunmak ve yeryüzündeki egemenliğini güçlendirmek için kendisine mutlaka gerek olan o ikiyüzlülüğün ne kadar derin olduğunu bütün çıplaklığı ile göstermiştir.

Biliyoruz ki, küçük burjuva bütün düşünceleri ve bütün duyguları ile tamamiyle bireycidir. Küçük burjuvanın başka türlü olmak elinden gelmez. Çünkü, küçük burjuvanın bireyciliği burjuva toplumunun asıl temelini oluşturan "kutsal özel mülkiyet kurumu"na dayanır. Her küçük burjuva felsefesinin hedefi, insanları, "özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" yoluna, "sınıflar arasındaki asude işbirliği" yoluna götürebilecek biricik temel olarak bu "kutsal özel mülkiyet kurumu"nu güçlendirmek ve haklı göstermektir.

Karl Marx'ın öğretisi bu felsefenin yalancı niteliğini gösterdiği gibi, 1914-1918 Birinci Paylaşım Savaşı, küçük burjuva etkileri ile güçle zehirlenmiş olan Avrupa işçi sınıfının örgütündeki yetersizlik yüzünden kurulmasına sebep olduğu faşizm gibi olaylar da bunun böyle olduğunu göstermiştir.

Küçük-burjuva bireyciliğinin kişilik karşısındaki tutumu, bu bireyciliğin ikiyüzlülüğünü ve sahtekarlığını tamamiyle ortaya koymuştur. Küçük-burjuva düşüncesi, genellikle, kişisel güçlerin ve yeteneklerin normal gelişmesini köstekler ve bozar. Burjuva devletinde, kişiliğin gelişmesi karmaşık bir ulusal çıkarlar ve sınıf çıkarları baskı sistemi ile, bir dini, felsefi, hukuki düşünceler sistemi ile sınırlanmıştır. Bu sistemin hedefi, insandaki "toplumsal hayvan"a has özellikleri geliştirmektir. Ama vardığı sonuç tersinedir. Gerçekte insanların çoğu bir azınlığa boyun eğen kuzu gibi hayvanlar haline gelir ve bu azınlığın çoğunluğu ezmesini kolaylaştırır.

Güçlerin faaliyeti, en başta açgözlü bir sermaye birikiminde, yani resmi bir yağmada, sonra topluma karşı işlenmiş ve yasalar tarafından kovuşturulan suçlarda, yani küçük çaplı hırsızlıkta, haydutlukta, katillikte, en son cinsel taşkınlıklarda kendini gösterir. Enerji başka uygulama alanı bulamazsa, başka bir faaliyet alanı tarafından kullanılmazsa, enerjiye geniş bir uygulama alanı sağlar.

Karmaşık bir sınıf baskısı sisteminin az bir zorlaması, insanların duyguları, "bilinçaltı"ları üstündeki etkisi bunlarda anlayışsızlık ve yaşam karşısında korku doğurur, bunları bütün tanrıları ve dinleri yaratan ilkel atamız gibi düşünmeğe zorlar. İnsan dışında ve insana düşman "objektif güç" bulunduğunu ve bu güçleri yenemeyeceğini düşünmeye zorlar. Olaylar karşısında boyun eğmek insanı pasif hale getirir.

Yaşamın çelişkilerine sinirlenen, öfkelenen kimselerdeki heyecanlar ise, bilincin gelişmesini durdurur, karartır. Ama bu kimsenin "bilincin varlığı çoktan geçtiğini" düşünmelerine engel olmaz. Böyle bir ruh hali insan ile gerçek arasındaki ayrılığı daha da derinleştirir, insanı anarşist haline getirir, ona şu anlamsız kötü şeyleri söyletir:



"Onbeş yıldan beri yaşam benimle kedi fare ile oynar gibi oynuyor. Şimdi bütün öğretim yapanlardan nefret ediyorum. Ben onlardan daha zekiyim. Kendimi hiç düşünmeden, bunları cephede elde silah savunduğuma acıyorum."



"Kendisi uğrunda" giriştiği kısır mücadelede daha şimdiden vahşi hale gelmiş bir insanın çığlığı bu.

Kapitalist rejim, insanları, zulmedenler-zulüm görenler, uzlaştırılması mümkün olmayanı uzlaştıranlar diye bölümlere ayırır. Kaldı ki, ispat edilen bu itiraz edilmez şeyi anımsatmaya bile gerek yok. Yine de, anımsatmak ister. Çünkü, yaşamda çabucak rahat bir mevki sahibi olmak isteyen bir çok genç bu acelenin kendilerini geçmişe doğru sürüklediğini belki de anlamıyorlar. Yine anlamıyorlar ki, sürüklendikleri geçmiş kanlı bir cambazhane sahnesidir, kapitalist gerçek bu kanlı meydanda bütün revasızlığı ile gemi iyice azıya almıştır, hümanistler ve arabulucular, uzlaştırıcılar bu kanlı meydanda insanın içini titreten birer soytarı rolü oynarlar.